Şiir dolu masal dünyası Mardin, konuklarını bekliyor

Yine, yeniden Mardin’deydik geçtiğimiz günlerde. Şair Refik Durbaş’ın dizelerinde “taşın ve inancın şiiri” diye geçen kenti soluma fırsatı bulduk. Mezopotamya’yı uzun uzun seyrettik, ovada kurulan sofrada birbirinden güzel ve özel lezzetler tattık.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Hayranı olduğum kentlerden birisidir Mardin. Her vesileyle gitmeye, kalmaya; taşının, doğasının şiirini duymaya, yaşamaya gayret ederim. Aşağıda uzanan uçsuz bucaksız “deniz” gibi ovadaki ufuk çizgisini izlemeye çalışırım. Karadayken ufuk görebileceğiniz ender kentlerden birisidir Mardin.

Savur, Mor Petrus ve Pavlus Kilisesi, Hacı Abdullah Bey Konağı, Kıllıt Köyü, Mor Yuhanna Kilisesi, Kırklar Kilisesi, Su Sarnıçları, Kale, Deyrul Zafaran Manastırı, Bakırcılar Çarşısı, Ulu Cami, Şehidiye Cami, Midyat… Bu satırları yazarken hemen aklıma gelen ve her gittiğimde mutlaka yeniden yeniden ziyaret etmeye çalıştığım yerlerdir Mardin’de.

Yine, yeniden şiir dolu masal kentindeydik geçtiğimiz günlerde. Şair Refik Durbaş’ın dizelerindeki “taşın ve inancın şiiri” diye geçen şehri iki gün için de olsa yeniden yaşadık. Mezopotamya’yı uzun uzun seyrettik, ovada kurulan sofrada birbirinden güzel lezzetler tattık. UNESCO Kültür Mirası listesinde adaylığının bir an önce sonuçlanmasını diledik.

Huzur ve sükûnet

Farklı din, dil ve kültürlerin bir arada yaşadığı şehrin huzur ve sükûnetine bir kez daha tanık olduk.

Mardinliler ile sohbet ettik; turizme verdikleri önemi, yaptıkları yatırımları, şehir için olmazsa olmazlığını anlattılar. Gelen turist sayısının son dönemde çok düştüğünden söz ettiler. Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Keldani ve Ezidilerin kardeşçe bir arada yaşadığı, hilalle haçı bir arada görebileceğiniz, ezanla çanı aynı anda duyabileceğiniz kentlerinde ağırlayacakları yeni konukları dört gözle bekliyorlar.

Düşünün, Mardin demek, beş bin yıllık birikim demek… Ve bugün, bu kadim kentte zamanın masalsı izleri arasında dolaşabiliyor, gördüklerinizin kitaplara sığmayacak öykülerini dinleyip bilgi dağarcığınıza efsunlu hikâyeler yükleyebiliyorsunuz. Meselâ kapılarından birisi buğdayın bereketine, diğeri pirincin sabrına, ötekisi tevekküle, diğeri ise cömertliğe açılan 12. yüzyıldan kalma Ulu Cami sizi epey düşündürtmeyecek midir?

Verimli hilal

Anadolu coğrafyası, uygarlıkların beşiği. Yerleşik hayata geçilen topraklar. Doğu Anadolu dağlarının karlarıyla beslenen Dicle ve Fırat nehirleri sıcak sulara yolculuklarına Mezopotamya’dan “Verimli Hilal” denilen bölgeden geçerek devam ediyorlar.

Burası, buğdayın 11-12 bin yıllık yolculuğunun başlangıç noktası. Buğdayın atası einkorn, bu topraklarda evcilleştirilmiş. İşte Mardin’den bu ovaya, Mezopotamya’ya bakılır.

Gündüzleri yemyeşil dalgalanır bir deniz gibi… Geceleri ise hele bir de dolunay varsa “adaların ışıklarını görmek!” bile mümkündür…

Taşın ve inancın şiiri

Mardin’de yaşayanlar 3-4 dili bilir, konuşurlar. Türkçe, Süryanice, Kürtçe, Arapça, İbranice, Ermenice birbirlerine sözcükler vermiş, sözcükler almıştır burada. Şair Refik Durbaş şöyle anlatır Mardin tarihini dizelerinde:

Rivayete göre bir adımın da Süryani dilinde
“kaleler” anlamına gelen “Marde” olduğu söylenir.
Adıma “yazılı tarih”te ilk kez İsa'dan sonra 4.
yüzyılda yaşamış Ammianus Marcellinus'un
yapıtlarında rastlarsınız.
Marcellinus, Amid (Diyarbakır ) - Nisibis
(Nusaybin) yolundan söz ederken, bu uzun ve çileli
yolun “Izala dağı üstünden, Maride ve Lorne
kaleleri arasından geçtiğini” beyan eder o
Su, sözün testisinde soğusun; söz, damağın
pınarında maya tutsun…
Persler, yaylalarımda yayladığında “Maride” adımı
“Marde” olarak kullandılar; Ermeniler “Mardi”,
Bizanslılar ise soğuk pınarlarımın buğdayını
biçtiklerinde “Mardia” olarak düştüler künyemi.
Araplar , geniş kalçalı kısraklarıyla dağlarıma
yaslandıklarında “Maridin” diye yazdılar adımı.
Bugünse imzam, hayatın çift çizgili defterini
“Mardin” olarak süslemekte....
Ben, taşın ve inancın şiiriyim.
Ben, Mardin'im çünkü...

Yani binlerce yıldır yaşanan bir kent Mardin. Tepesindeki kale, bulutlara erişmeye çalıştığı duygusu uyandırır bakanlara. Şair, yazar Murathan Mungan şöyle der:

“Gökyüzüne komşu bir kalenin eteklerine kurulan bir taşkent”

Uygarlıkların izleri var

Anadolu'dan geçen tüm uygarlıklardan izlerini bulabiliriz Mardin’de: Örneğin, milattan önce güneş tapınağı olarak kullanılan Deyrulzafaran Manastırı… Beşinci yüzyıldan itibaren bugüne Süryani manastırı olarak hizmet veriyor.

Ya da Artuklular döneminden Kasımiye Medresesi. O, on beşinci yüzyılda tamamlanmış. Sultan Şeyhmus Türbesi her yıl binlerce insanı ağırlıyor.

Nereleri görelim?

Altıncı yüzyılda inşa edilen Dara antik kenti Mezopotamya’nın Efes’i olarak biliniyor.
Ulu Cami’den söz etmiştim. Sabancı Şehir Müzesi, Zinciriye Medresesi, Mardin Müzesi, Kırklar Kilisesi, Latifiye Camisi, Şehidiye Camisi, tabii ki Midyat, Mor Gabriel Manastırı, Hasankeyf… Mutlaka görülmesi gereken yerler…

Bu arada gümüş el işçiliği yani “telkâri” eski ustalarının çoğu bu dünyadan göçmüş olsalar da zanaat hâlâ sürdürülmeye çalışılıyor… Telkaride gümüş eritilerek kalıplara dökülüyor, belli incelik kazanması için haddeden (sıcak madeni tel durumuna getirmekte kullanılan ve türlü çapta delikleri bulunan çelik araç) geçiriliyor, en kalın mikrondan başlayarak 20 mikrona kadar inceltildikten sonra birbirine dolanıyor ve isteğe bağlı olarak yeniden haddeden geçiriliyor. Haddeden geçen gümüş tellere şekil veriliyor. Bu şekiller kaynatılarak istenilen takı modelleri ortaya çıkarılıyor. Parlatma aşamalarından sonra satışa sunuluyor.

Ne alalım?

Ayrıca bakır ürünleri, çeşit çeşit sabunlar, mavi renkli olan badem şekeri ki rengi, lahor ağacından elde edilen kök boyadan sağlanıyor, yöresel adı imlebbes, cevizli sucuk, peksimet, leblebi, çörekler, takunya, bulabilirseniz yöreye özgü halhal zeytini Mardin’den mutlaka kendinize ve yakınlarınıza almadan dönmemeniz gereken diğer ürünler arasında…
Bu bölümü, coğrafi işaret tescili yapılan Mardin taşı ile bitirmek istiyorum. Mardin’in efsunkâr dokusunu sağlayan unsurlardan biri olan bu taş, ocaktan çıkarıldığında yumuşak ve bal renginde oluyor. Kolay işlenebiliyor, gözeneklerinin birbiri ile teması olmaması da yalıtım özelliğini en üst düzeye çıkarıyor. Yine Durbaş’tan, bu kez “Yalnızlığını Taşa Yazan Ustaya Şiiri”nden:

Ey adımı adı misali taşa yazan usta
yalnızlığımı da yazsaydın ya
başımın tacında duran zamana
ayaklarımın ucundan akan zamana...
Bir de geçmiş ve şimdi ve gelecek zamana...

Son usta’dan

Taşa hayat verenlerden belki de son usta, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Yusuf Kıdır ise şöyle diyordu:

“Ben çalışırken taşla sohbet ederim. Vurduğum her keski darbesi bir sözdür, bir kelâmdır, bir gülüştür. Nakşettiğim her taşı bitirdikten sonra karşısına geçer izlerim. Taş bana gülümser, ben taşa gülümser ve sohbetimiz devam eder.

Elimin değdiği herhangi bir taşın bulunduğu tarihi bir binada, bir camide, bir minare veya bir mezarın yanından geçtiğimde gördüğüm o taşla yeniden selamlaşır, birbirimizin hatırını sorarcasına sohbetimize kaldığımız yerden devam ederiz. Taşa hayat vermenin, nakşetmenin mutluluğunu bende oluşturduğu hazzın tarifini yapamam, çünkü ben onu yaşıyorum. Bizim buranın taşının yüreği var.

Mardin taşının özelliği tıpkı yöre insanı gibidir. Sıcaktır, samimidir, insanla bütünleşir, dertleşir. İnsanların dertlerini dinler ve bundandır ki; birçok şairimizin de sanatçımızın da yetişmesinde kendilerini bıkmadan usanmadan dinleyen Mardin taşının katkısı vardır. Bir evde insan yaşamazsa, bilin ki o taşlar küser ve kısa sürede dökülmeye başlar.”