Sanal refahın sürdürülebilir olmadığı açığa çıkıyor
Doç. Dr. Bakır 'Krediye erişim ve krediye erişimin yığınlar üzerinde yarattığı sanal refah etkisi devam ediyor. Kısa vadeli borçlanarak hayatınızı idame etmeniz sürdürülebilir değil. Eninde sonunda bir noktada işler ters gider.' diyor
DİDEM ERYAR ÜNLÜ
Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğretim Üyesi ve Globalleşme, Barış ve Demokratik Yönetişim Merkezi’nin (GLODEM) Eş Başkanı Doç. Dr. Caner Bakır’ın kaleme aldığı ve Koç Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan “Kriz Bankacılığı: Küresel Finansal Krizlerde Banka Davranışları ve Dayanıklılık” adlı kitap, 2008 krizinden sonra sorulmayan bir soruyu gündeme getiriyor: ABD gibi bazı gelişmiş piyasa ekonomilerinin bankacılık sistemleri küresel finansal krizin merkezinde yer alırken, Avustralya gibi ülkelerdeki bankacılık sistemleri finansal krizden nasıl başarıyla çıkabildiler?
Kitap; küresel finansal krizde Avustralya, Kanada ve Japon bankaları borçlanmada, kredi vermede, finansal işlemlerde ve yatırımda muhafazakâr davranırken; Amerikan, Birleşik Krallık ve Alman bankalarından bazılarının neden aşırı risk alarak fırsatçı bir davranışla finansal sistemde kırılganlıklar yarattığını tartışıyor.
Caner Bakır’ın çalışmasındaki temel sava göre, birbiriyle sürekli ve girift bir ilişkisi olan yapı, kurum ve aktörlerin etkileşimleri, bu davranış biçimlerinden birini ağırlıklı olarak teşvik ediyor. Bunun sonucunda, bankaların muhafazakâr veya fırsatçı davranışları, dolayısıyla da finansal sistemin dayanıklılığı veya kırılganlığı biçimleniyor.
Harvard Üniversitesinden Siyaset Bilimci Prof. Jeffry Frieden’in kitapla ilgili yaptığı değerlendirmede olduğu gibi Caner Bakır “günümüz ekonomik ortamının en önemli analitik ve siyasa problemlerinden birisini açıkça anlamamıza ışık tutuyor: Gelecekte büyük ve maliyetli bankacılık krizlerinden nasıl kaçınabiliriz?”
Her alanda olduğu gibi, ekonomi politikalarında da sürdürülebilirlik çok önemli. Uzun vadeli ve bütüncül bir bakış açısı olmadıkça, kötü sonuçlar kaçınılmaz.
Caner Bakır ile hem kitabı, hem de gerek küresel gerekse Türkiye ekonomisine yönelik sorunları konuştuk. İşte yorumları:
Cevaplanmayan soru
“2008 krizi sonrasında kendimizi bambaşka ortamda bulduk. Yeni sorular ortaya çıktı. 2008-2009 yıllarında çok merak ettiğim soru şuydu: Neden ABD, İngiliz ve Alman bankalarının bazıları aşırı risk alıp batma veya kurtarılma durumunda kalıp finansal sistemlerini zora sokarken, Avustralya, Kanada ve Japon bankalarında aşırı risk almayı görmedik ve daha muhafazakar bir banka davranışını gördük? Krizden sonra bu sorunun cevabı verilmemişti. Kitabım bunun cevabını arıyor.
Kapitalizmin çeşitleri literatüründe gelişmiş piyasa ekonomileri iki temel gruba ayrılır. Bunlardan biri Almanya ve Japonya gibi ülkeleri içeren koordineli piyasa ekonomileri. Sermayenin sabırlı olduğu, bankacılığa dayalı bir finansal sistemin olduğu, uzun vadeli bakış açısının yatırımlara fırsat verdiği, şirketlerin, liberal piyasalara kıyasla daha makul bir rekabet ortamında olduğu, daha az inovatif olunan ve mevcut olduğu ülkeler grubudur bu. Diğer grup ise Anglo-Sakson gelenekten gelen Avustralya, ABD, İngiltere, Kanada gibi liberal piyasa ekonomilerini kapsar. Bu grupta, finansal sistem sermaye piyasalarına dayanır; finansal olmayan şirketler sermaye piyasalarından kendilerini fonlar; sermaye sabırsızdır; karlar artmıyorsa, aktifl eriniz yeterince büyük değilse, piyasa sizi cezalandırır; aşırı risk almaya, daha inovatif olmaya teşvik eden mekanizmalar vardır. Bu iki grubun kurumsal sistemlerinin farklı olduğuna ve bunun sonucunda da şirketlerinin davranışının farklılığına vurgu yapılır ama her biri içinde benzer şirket davranışı gördüğümüzün üzerinde durulurdu. Global finansal krizle birlikte şu soru ortaya çıktı: Nasıl oluyor da iki farklı grubun üyesi olan Avustralya, Kanada ve Japon bankaları, ABD, İngiltere ve Alman bankalarından farklı bir davranış gösterdiler? Veya Alman bankaları aşırı risk almada Amerikan ve İngiliz bankaları gibi davranırken, bunun aksine neden Japon bankaları Avustralya veya Kanada bankaları gibi muhafazakâr davrandı? Hem gelişmiş kapitalist ekonomilerin iki farklı grubu arasında hem de bunların kendi içlerindeki benzerlik ve farklılıkları açıklamak gerekiyor. Ve kapitalizmin çeşitlerinde vurgulanan yaklaşımın ötesine geçmemiz gerekiyor. Bir de iktisatçıların gerçek dünyadan kopuk, sanal fakat bilimsel ekonometrik modellerinin sorgulanması gerektiğini kriz gösterdi.”
Yapı, kurum ve aktörlerin etkileşimi
“O süreçte, herkes nelerin kötü gittiğine odaklandı. Kötü olandan ders çıkartırız, ama iyi gidenden daha iyi bir ders çıkartırız aslında. Yaşanan global finansal kriz, yapıların, kurumların ve aktörlerin birbirleri ile etkileşimlerinin bir sonucu. Yapı derken; makroekonomik, kültürel, para birimi ve piyasa yapısı gibi unsurları kapsayan geniş bir maddi ve fikri bağlamdan bahsediyoruz. Bu bağlamın içinde kurumlar ve aktörler yani firmalar ve bireyler yerleşik konumda. Kurumlardan yazılı ve yazılı olmayan ancak aktör davranışlarını çeşitli teşviklerle etkileyen kuralları kastediyoruz. Bu etkileşimlere bir örnek vermek gerekirse; ABD ve İngiltere’de enformel kurumsal yapı ‘piyasalar etkindir ve kendi kendini düzenler, devlet müdahalesi iyi değildir’ üzerine dayanır. Bu, bir regülatörün, Merkez Bankası’nın piyasayı nasıl gördüğünü ve uygulamalarını önemli ölçüde belirler. Örneğin, Alan Greenspan kitabında, ‘Piyasaların etkin olduğuna, aktif fiyatlarındaki balonlara müdahale edilmemesi gerektiğine çok inanmıştık o yüzden faizleri düşük tuttuk ama yanlış yaptık’ dedi özetle. Bu para politikası kriz sürecini besledi. Borçlanmayı teşvik edecek kurumsal bir tamamlayıcı rolü üstlendi. Kafaların arkasında her zaman ‘piyasalar kendi kendini düzenler’ inancı vardı.”
Gerçeği anlamaya çalışmak
“Kanada, Avustralya ve Japonya ise, o günün koşulları neyi gerektiriyorsa, onu yaptı. Gerçeği bir paradigmaya sokmaya çalışmaktansa, onu anlamak ve onun dışına çıkmaktı yaptıkları. Pragmatik yaklaşmayı seçtiler. Örneğin, Avustralya’da emlak balonunun geldiğini gördüklerinde, ülkelerinde herşey çok iyi giderken, proaktif bir şekilde hem faiz artırımına gittiler hem de insanlara, ‘Emlak fiyatları çok artıyor, bu iyi bir şey değil, risk alıyorsunuz, bu sürdürülebilir bir şey değil’ dediler, stres testleri uygulayıp uyarılarını yaptılar. ABD’de ve İngiltere’de ise yatırım bankacılığı ve bonus kültürü, sabırsız sermayenin yani piyasaların şirketleri kısa vadeciliğe iten mutlaka kar görmek konusundaki baskısı ise aşırı risk almayı teşvik etti.”
Türkiye’de günlük ihtiyaçlar kredi kartı ile karşılanıyor
“Türkiye’de yapısal sıkıntılarımızdevam ediyor. Cari açık, ihracatın ithalata yüzde 60-70 bağımlı olması, dünya ile rekabet edecek sektörlerimizin kısıtlı olması, ihracat gelirlerinde teknoloji ve bilgi yoğun satışların düşük payı, yatırım ve tasarruf oranlarımızın düşüklüğü, sabit sermaye birikimin reel olarak düşmesi, borçlanarak finanse ettiğimiz tüketimle büyümek gibi iktisadi anlamda pek çok yapısal sorunlarımız var. Beşeri anlamda da sorunlarımız var. Teknoloji altyapısının en önemli unsuru insandır. İnsan sermayesi eğitim sağlık ve adalet üzerinde yükselir. Eğitimde fırsat eşitliğini sunamıyorsak, ezberci eğitim sistemimiz yap boz tahtasına dönmüşse, iyi bir sağlık hizmetini toplumun her kesimineveremiyorsanız, adalete duyulan inanç azalmışsa, gelir dağılımınız bozuksa insanlardan beklentileriniz azalır. Çünkü toplumun teneff üs ettiği havada teknoloji ve bilgiyi üretecek oksijen azalır.
Merkez Bankası'nın oyun alanı daraldı
“Bugün Türkiye’de hanehalkı hala ucuz krediye erişebiliyor. Merkez bankası faiz oranlarını artıramıyor. Bankanın oyun alanı daralmış durumda. Faizler mevcut seviyesindeyken, halkımız ev kredisine, tüketici kredisine ulaşmaya devam ediyor ve çok da mutlu. 800 bin yeni kart sahibi var. 2006 yılında bir düzenleme yapıldı ve ‘kredi kartlarını Batı standartlarında düzenleyeceğiz’ dendi. Fakat kredi kartlarının ödeme süresi uzatıldı, taksitlendirme, taksit atlatma gibi düzenlemeler yapıldı. Krediye erişim ve krediye erişimin yığınlar üzerinde yarattığı sanal refah etkisinin ardında ironik bir şekilde bu yasal düzenlemeler var. Son 10 yılı aşkın döneme baktığımızda kredi kartlarında ve bireysel kredilerde ciddi artışlar var ve bu sürdürülebilir değil. Kısa vadeli borçlanarak hayatınızı idame etmeniz sürdürülebilir değil. Eninde sonunda bir noktada işler ters gider ve o zaman gerçekle yüzleşirsiniz. ‘Bundan sonra ne olur?’ sorusunun cevabını verebilmek için farkında olmak, bilinçli olmak, vatandaş olmak, birey olmak kavramların bir bileşkesini ortaya çıkarmak gerekli. Günlük yaşıyorsanız, uzun vadeli planlar yapmıyorsanız, bunlarla yüzleşmek ciddi kriz dönemlerinde olur. Ekonominin yavaşladığı zamanlarda çok farklı bir durum olmaz. Umarım yanılırım ve Türkiye kendi hikayesini yaratır, ama bu üç-beş senede olacak iş değil.”
'Türkiye'nin yeni bir hikaye yaratma şansı yok'
Türkiye’nin yeni bir hikaye yaratma şansı yok. Türkiye mevcut yönetim anlayışı ile yeni bir hikaye yaratacak potansiyele sahip bir ülke değil. Tüm kurumları ile fikri olarak özümsenmiş bir demokratik yaşam biçiminin günlük hayatımıza yansıması lazım. Demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü içselleştirebilmek lazım. Bu olmadığı zaman hesap verebilir, saydam, sorumlu ve uzun vadeli planlarla ülkenin geleceğini şekillendirecek bir bakış açısından yoksun kalıyorsunuz. Türkiye’nin demokratikleşmesi yasal değişikliklerle olacak bir iş değildir. AB sürecinde buna inanıldı. Kurumsal değişim yasal değişim değildir. Kurumsal değişimde, bireyin davranışında hedefl enen yönde bir değişiklik olup olmadığı belirleyicidir. Yasayı değiştirirseniz de eski iş yapış biçimi değişmedikçe, bu sadece yasal değişiklik olarak kalır. Kurumsallaşma olmazsa, yasa lafzı ve ruhu ile hüküm edemez. Değişim hayatın her alanında nüfuz ediyorsa, işte o zaman kurumsal değişimden bahsedebiliriz. Reform dediğimiz şeyler önemli ama kurumsal değişim anlamına gelmeyebilir. ‘Bunun sonucunda, siyasetçinin, bürokratın, kuruluşun, bireyin davranışı değişiyor mu?’ sorusu kritik bir soru. Ben bunun çok uzun vadeli bir toplumsal proje olarak alınması gerektiğine inanıyorum, fakat toplumsal mutabakattan yoksun bir görüntü çiziyoruz. Farklılıklara tahammülsüz bir ortam hakim. Birbirimizi anlayabileceğimiz ortak bir paydada buluşma pratiğinden yoksun durumdayız. Toplumsal sözleşmeden yoksun, kutuplaşmış ve çatışan bir topluma dönüştük. Toplumsal mutabakatı yeniden tesis etmemiz gerekir.
Kriz yaşanırsa, halk ciddi bir yara alacak
'Borçla finansmana bağımlılık dünyada da Türkiye’de de değişmedi. En büyük sıkıntı ise, hanehalkı borçluluğunun çok yüksek düzeye erişmesidir. Finansal kaldıracın ve türev işlemlerin kriz sonrası dönemin de çok üzerine çıkması ileride sorun çıktığında yapılacak devlet müdahalesini de işlevsiz kılacaktır. Türkiye’de de insanlar aşırı borçlandılar, çünkü ucuz krediye erişim mümkündü. Hanehalkı borçluluğunun milli gelir içindeki payı ile harcanabilir gelirin banka borçlarının faize ve anapara ödemelerine ayrılan payı ciddi boyutta arttı, tahsili gecikmiş kredi borçları arttı. İnsanlar günlük yaşamlarındaki temel ihtiyaçlarını kredi kartı ile alır hale geldiler. Türkiye’de 58 milyon kredi kartı kullanıcısı var. Bu sayı son altı ayda 800 bin arttı. Düşük olan tasarruf oranı daha da düştü. Şirketlerin de borçları çok hızlı şekilde arttı. Eğer bir kriz yaşanırsa, diğer krizlerden en büyük farkı hanehalkı borçluluğu nedeniyle olacak. Eskiden bankalar batar ya da kurtarılirdı, şirketler batardı. Altı ay ila bir yıl sonra kaldığımız yerden devam ederdik. Bugün ise halk ciddi şekilde hasar görecek, yara alacak.'
Çin, ekonomisini dönüştürmekte zorlanıyor
“2008-2009 krizinin aşılmasındaki en önemli unsurlardan bir tanesi, Çin ekonomisinin iyi gitmesiydi. Çin bugün de çok önemli. Ancak, Çin, ekonomisini inovasyon, bilgi ve teknoloji temelinde dönüştürmede sıkıntılar yaşıyor. Çin çok uluslularının yurt dışındaki yatırım stratejisi temelde kendi iç pazarında rekabetçi avantaj elde etmeye odaklı. Mevcut teknolojiyi kendi pazarına adapte etmeye çalışıyor. Bu mevcut olanı daha büyük bir müşteri kitlesine yeniden kurgulama. Yeni bir ürünü ortaya çıkartma değil. Devletin yoğun müdahalesi, yatırımları ve mali destekleri var. Bu nedenle atıl kapasite oluştu. Bunun yanınsa kamu ve hanehalkı borçlanması ciddi boyutlara ulaştı. İnsanlar refah etkisine kapıldılar. Yakın dönemde emlak piyasasında ve borsadaki fiyat balonu sönmeye başladı. Cin borsasının %80’inin bireysel yatırımcılardan oluştuğunu düşünürsek, refah kaybı etkisinin ve kaybolan güvenin iç talebi daha da daraltacağını öngörmek zor değil. Çin ekonomisinin boyutundan dolayı emtia fiyatlarında ciddi çöküşler gördük. Güney Afrika, Brezilya, Avustralya gibi emtia üreten ülkeler, Cin yatırım ve ticaretine bağımlı Afrika ülkeleri bundan çok olumsuz etkilenecek. Çin tüketicilerinin talepleri de ciddi daralıyor. Çin’in küresel değer zincirinde hem ülkenin mukayeseli avantajları hem de uluslularının rekabetçi avantajları bağlamında inovasyon, teknoloji ve katma değeri yüksek bir seviyeye çıkamadığını ve tıkandığını görüyoruz.”
Caner Bakır kimdir?
Globalleşme, Barış ve Demokratik Yönetişim Merkezi (GLODEM)’in Eş Başkanı olan Caner Bakır, Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doçent. 2010 yılında, “siyaset bilimi alanında kurumsal değişim ve siyasal girişimcilik konularındaki uluslararası düzeyde üstün nitelikli çalışmaları” nedeniyle TÜBİTAK Sosyal Bilimler Teşvik Ödülü’nü aldı. Kitapları; Merkezdeki Banka (Bilgi Üniversitesi, 2007), Bank Behavior and Resilience: The Eff ect of Structures, Institutions and Agents (Palgrave MacMillan, 2013); Ülke Deneyimleri Işığında: Küresel Kriz ve Yeni Ekonomik Düzen (derleme, İletişim Yayınları, 2013); Emerging Market Multinationals in Europe (derleme, Routledge, 2016) olarak sıralanıyor