İstanbul'da soluk alınacak iki rota
Büyükada ve Polenezköy hem İstanbul'un içindeler hem sanki bambaşka bir dünyada...
NERMİN SAYIN
Begonvil rengi bir rüya bu mevsimde
Ada: Shakespeare’den Tanpınar’a, Dafoe’dan Selim İleri’ye farklı türlerin yazarlarının ilgisini daima çekmiş, adetâ edebiyat kişisine dönüşmüş bir kavram. Bir yandan sınırlı, diğer yandan bağımsız olma hâli çekiyor olsa gerek sanatçıları, diye düşünüyorum bir cumartesi günü vapurda, kulaklığımdan “Ada sahillerinde bekliyorum”u dinlerken. Öyle mavi ki gün “Yine bu yıl ada sensiz”e meyletmiyor içim, kiminin saçını kiminin eteğini uçuran “ada yelinin sevindirdiği” olacağım ben; o kederli hikâyenin kahramanları kusura bakmasın! Vapur, Melih Cevdet’inki kadar kalabalık, onunkinden bile çok renkli... Kimimiz “Madem bu sıcakta İstanbul’da kaldık, bari biraz hava alalım” demiş, kimimiz binyılların güzeli İstanbul’u görmeye gelmişken Prens Adaları’nı es geçmek istememiş. Önce Ayasofya ve Haydarpaşa’yı, ardından yelkenlileri seyrederek bir bir emelimize ulaşacağız: Bazılarımız plajları cıvıl cıvıl Kınalı’ya, bazılarımız Sait Faik’e selam yollanan Burgaz’a; heybelerinde maziyi taşıyan Heybeli’ye ya da benim gibi Büyükada’ya.
Baştan uyarayım: Vapurdan inip zarif iskeleden küçük meydanına çıkınca, karşılaşacağınız kalabalık gözünüzü korkutabilir. Korkutmasın. Saat Kulesi ve lokantaların olduğu alandaki yoğunluk, adanın diğer bölgelerinde bu kadar değil... Ben upuzun, huzurlu yürüyüşler niyetiyle geldim Büyükada’ya, siz de öyleyseniz yola koyulalım. Ama yolculukta iyot koklaya koklaya acıktıysanız, kimileri aramızda ceketini kartalkanadı atmış külhanbeyleri gibi yürüyen açıkgöz martıları takip ederek keyifl i bir yemek molası verebilirsiniz önce. Ben, dondurmacıların rengârenk tezgâhlarından bir külah mutluluk yakalayıp Aya Nikola mevkiindeki Adalar Müzesi’ne doğru yola koyulacağım. Milyonlarca yıl önce ada açıklarında yaşamış dev zırhlı balığın kafasının iskeletini görmek, Bizans’ın sürgün yeri olan adalardan kimler gelip kimler geçmiş hızlıca öğrenmek, adalı sanatçıları; sanat yapıtlarını hatırlamak niyetim. Epey uzun, ama Büyükada’nın nefis manzarasıyla sokaklarındaki zarif mimari yapıları izleye izleye varıvereceğim bir yol bu. Evleri saran begonviller masmavi gökyüzüne öyle yakışmış ki hiçbirinizin bu manzaradan sıkılacağını sanmıyorum. Bu hat Aya Yorgi’nin de çok uzağında değil. Nefis çam kokuları içinde bir başka yolculuğa varsanız; sıcak ve yokuş kavramları sizin için sorun değilse, orayı da ziyaret edebilirsiniz. Madem yeri geldi, hemen yazayım: Bu mevsimde adalarda keyifl i bir günün olmazsa olmazları var: Spor ayakkabı, şapka, su, güneş gözlüğü, güneş kremi. Güneş kremi demişken, adanın plajlarında serinleyebileceğinizi hatırlatmama bilmem lüzum var mı? “Ben serinlemek için deniz değil, orman istiyorum,” diyorsanız, o zaman istikâmet Dil Burnu... Bir ara esintiden üşüdüm desem, inanır mısınız?
Yeşilin ve köklü bir mazinin ortasında
İstanbul’da daha önce hiç dalda kızarabilmiş erik görmemiştim! Önce ona, ardından “erikli çikolatalı pasta” tabelasına rastlıyorum Polonezköy’de... Şehrin bu vazgeçilmez kaçış noktasına varmak üzereyken gördüğüm “Karaca çıkabilir” levhası, yüzümün bol bol gülümseyeceğini fısıldamıştı kulağıma zaten daha yoldayken... Bugün İstanbulluların ve İstanbul’u derinlemesine keşfetmek isteyen gezginlerin yeşile doymak, öğleden sonralara uzayan zengin kahvaltı sofralarına kurulmak, Tabiat Parkı Yürüyüş Parkuru’nda ailecek keyifl i keyifl i spor yapmak, hamakta sallanarak haftanın stresinden kurtulmak, kendin pişir kendin ye mekânlarında mangal sohbetlerini koyulttukça koyultmak, çoluk çocuk piknik yapmak ve Polonya usûlü pastalar yemek için geldiği Polonezköy’ün upuzun bir hikâyesi var. Bence bu hikâyeyi bilmezseniz eflatunlu- pembeli ortancalarla bezenmiş bu diyardan anılar heybenize atacaklarınız eksik kalır. Bu konuda kapsamlı okumalar yapmanızı önererek çok kısa özetleyeceğim: Polonya toprakları, 1775 yılında Rusya, Avusturya ve Prusya tarafından paylaşılınca pek çok Polonyalı yurdundan ayrı düşüyor. Bu süreçte onların dostça karşılandıkları yerlerden biri Osmanlı İmparatorluğu oluyor. Prens Adam Czartoryski, İstanbul’da bir temsilcilik kurduruyor ve bugün Polonezköy diye andığımız Adampol’e Polonyalılar 1800'lerin ortasından itibaren yerleşiyorlar... Tabii 200 yıl kadar öncenin Beykoz’undan, doğasından, imkânlarından, ulaşımından söz ediyoruz. Burada bir yaşam kurmak öyle bir iki cümlede özetlenecek kadar kolay olmamış. Polonezköy ziyaretinizde mutlaka vakit ayırıp Zosia Teyze’nin Anı Evi’ne uğrayın, o ev size bu özeti çok daha görsel olarak çıkaracak. Meryem Ana Kilisesi, çeşitli el işi ürünlerin satıldığı tezgâhlar, tam meydanda yer alan ağaç oyma heykeller sergisi ve Polonezköy Cam Sanatı Merkezi, burada geçireceğiniz bir günü daha anlamlı hâle getirecek diğer duraklar arasında yer alıyor... Bambaşka bir kültürün bizimkiyle yoğrulduğu köy, bugün hem peynir, süt, yumurta, kiraz -ki kirazı çok meşhur- gibi doğal ürünler almak hem de şehirden fazla uzaklaşmadan bambaşka bir dünyaya girmek isteyenlerin sık sık ziyaret ettiği noktalardan... Hele bu sıcak günlerde gidecek olursanız kendinizi direkt yürüyüş parkuruna atın, ağaçlar o kadar yüksek ki güneş ancak huzmeler halinde yüzünü gösterebiliyor. Bir masalın içinde yürüyor gibi oluyorsunuz. Kuş seslerinden koro da cabası... Yaklaşık 5 kilometrelik yürüyüşten sonra, akşamüstü bir Polonya pastası ve kahveye de kimse hayır demez sanırım... Son olarak toplu taşıma kullanmak isteyenlere bir notum var: İETT, yaz döneminde hafta sonları Kadıköy’den Polonezköy’e giden bir hat koydu: D1.