Datça'nın dört bir yanında baharın habercileri
Kimi beyaz kimi pembe açmış badem çiçeklerinin... Papatyalar, yemyeşil çimlerde gelin teli gibi parlıyor... Deniz, her zamanki gibi, masmavi ve coşkulu... Haydi bu hafta “bahara gidiyoruz,” Badem Çiçeği Festivali’nin ilkini gerçekleştiren Datça’ya....
NERMİN SAYIN
Evet, belki bu yıl çok soğuk bir kış geçirmiyoruz ama, adı üstünde kış işte... Eğer benim gibi ifl ah olmaz bir güneş tutkunuysanız baharı iple çekmeye çoktan başladınız demektir... Datça’dan bildiriyorum, iyi haber; baharın eli kulağında. Bana inanmıyorsanız, atlarsınız uçağa, soluğu Muğla’nın bu nefis durağında alırsınız; ağaçların, papatyaların, gelinciklerin ve daha envai çeşit bitkinin şenliğine bizzat kendiniz tanık olursunuz! Hatta bunu şu günlerde yaparsanız kar beyazından şeker pembesine incecik gelin tellerini takmış badem ağaçları da “Hoşgeldin” der size, tıpkı, geçen hafta sonu yolunu buraya düşüren doğa tutkunlarına yaptığı gibi...
Madem bu kavşağından girdik söze, devam edelim... Hafta sonu Datça, sezon dışında alışık olmadığı bir kalabalığa ev sahipliği yaptı dediğim gibi... Çünkü, yarımadada bu yıl ilk kez Badem Çiçeği Festivali gerçekleştirildi. Resmi destekçilerini Datça Kaymakamlığı, Muğla Büyükşehir Belediyesi, Datça Belediyesi ile Muğla Ticaret ve Sanayi Odası’nın oluşturduğu, yerli halkın emeğiyle gerçekleştirilen üç günlük festival, hem esnafın hem de kentindeki kasvetten bahara kaçmak isteyen doğa severlerin yüzünü güldürdü... Japonların sakura mevsimini önemli bir turizm ürününe çevirdiğini hatırlarsak, ülkemizde badem ağaçlarının en yoğun bulunduğu bölgelerden biri olan Datça’nın da doğru bir iz sürdüğünü söyleyebiliriz... Hele de ilk yılın ilgisini gözlemledikten sonra...
Tabii benim “işim” gezmek. Datça Yarımadası’na uzanmışken, festival kapsamında gerçekleştirilen çevre turlarını da kaçırmadım “görev icabı.” Hemen her taşının altından bir antik kent fışkıran Ege’nin önemli tarihi duraklarından Knidos’u görmemiştim örneğin; Datça’dan kısmen zor ama nefis manzaralı bir yolu takip ederek ulaştığımız antik kentte âdeta maziyi taşıyan coşkulu bir rüzgâr karşıladı bizi ve gezimiz boyunca da yanımızdan ayrılmadı... Mazinin Knidos’a demir atmış denizci bir ruhuydu sanki o...
Palamutbükü’nde mavinin tonları
Badem Çiçeği Festivali'nin alanlarından biri olan Palamutbükü ise bir diğer durağımızdı. Bir akvaryuma seçer gibi dizilmiş yassı taşları, denizin hemen dibinde yer alan tuzlu suya dayanıklı zarif ağaçları, koyu mavi; toz mavi; lacivert; turkuaz tonlarında dalgalanan denizi ve yüzüme bir çocuk haylazlığıyla vuran bahar güneşi beni benden aldı Palamutbükü’nde... Tabii iyot kokulu keyfimi balık ziyafetleriyle taçlandırmayı da ihmâl etmedim. Eee, ne diyorlar, üç b’ler diyarı burası: Badem zaten gezimizin anafikri; her yol ona çıkıyor... Çam; çiçek; ilkbahar ve kekik gibi türleri olan balını ise kahvaltılarda bol bol tatmamız bir yana, doğa yürüyüşlerinde papatyalara, hayıtlara, badem çiçeklerine konmuş arılarla “hasbıhal” edip baştacı ettik zaten... Son “b” balığa da sofralarda yer açmak şart değildir de nedir! Aklımızda dizeler...
Ya Eski Datça, ona uğramadan Datça’ya geldim demek mümkün mü? “Ne harika yer burası! / Nereden buldun bu Datça’yı / Elimle koymuş gibi buldum.” Eski Datça’ya giderken şiir seven herkes gibi benim de aklıma düştü bu dizeleri Can Yücel’in... Yörenin kendine özgü taş evleri arasında, yine taş, daracık sokaklarında dolaşıp ünlü kapılarını, kapı tokmaklarını ve nazlı kedilerini fotoğrafl arken “Oh be iyi ki geldik!” diye geçirdim içimden doğrusu... “Burayı bir de begonviller bastığında görün” dediler, aklıma yazdım, gelip göreceğim elbet... Zaten uzun sahili, kente kimliğini de veren limanı, başrolde bademin olduğu gastronomik lezzetleri ve güleryüzlü esnafıyla Datça, mutlaka bir kez daha gelmek istediğim “Hafta Sonu Mola”ları arasına adını çoktan yazdırdı...
Badem ağaçlarına selam olsun...
Pembe beyaz çiçeği dallarda, dört bir yanı kaplamış; fotoğrafl amaya doyamıyoruz, ağaçlara sarılasımız geliyor... Yarımadada toplam 13 bin dekar yani aşağı yukarı 450 bin kadar badem ağacı varmış, sarılın sarılabildiğiniz kadar! Coğrafi işareti alınma çalışmaları süren nurlu bademi başta olmak üzere 82 çeşit badem yetişiyormuş burada. Ama ille de çağla! Hele de dalından toplayıp eski ağza yeni taam deyip yeme keyfi...
Panayırdan doğa turuna
Proje Koordinatörlüğünü Özge Atalay'ın üstlendiği Badem Çiçeği Festivali’nin merkezleri Datça’daki Cumhuriyet Meydanı ve Palamutbükü’nde sahilde ayrılan alandı. Önemli bir çoğunluğu kadın olan tezgâh sahipleri, bu panayır alanlarında üç gün boyunca güleryüzle Türkiye’nin dört bir yanından gelen ziyaretçileri ağırladı. Peki tezgâhlarda neler vardı? Neler yoktu demeli... El örgüsü bebekler, magnetler, çantalar, tokalar, takılar, örtüler, bandanalar... Bal, kabuklu ya da ayıklanmış badem, bademden yapılan helvadan kurabiyeye pek çok nefis ürün, elbette zeytin ve zeytinyağı, adaçayı, reçel, meyve kuruları... Bir de panayırı gezerken acıkanlar için kısırdan keşkeğe pek çok lezzet... Datça’da panayır turunu bitirenler de hemen yakındaki sahil hattında bir kahve -hatta kimisi badem kahvesi- içerek günün yorgunluğunu attılar... Festivalin 2. gününde, mini bir fotosafari havasındaki doğa yürüyüşü de yapıldı. Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi’nden başlayan ve gezginlerin badem ağaçları gördükçe fotoğraflamak için birbirleriyle yarıştıkları yürüyüşe katılım da yoğundu. Tabii fotoğraf merakı son yıllarda cep telefonlarının da etkisiyle hepimizde arttı, ama Datça’da gördüğüm, çoğunluğun, artık bir meraktan ziyade ciddiye aldıkları bir hobi olarak deklanşöre bastıklarıydı. Eğer siz de fotoğraf meraklısıysanız, festivali kaçırdınız diye üzülmeyin; kısa bir süreliğine de olsa badem çiçekleri orada... Onları kaçırırsanız sırada çağla, ardından badem zamanı var.
Bir antik kent molası vermeden olmaz
Badem Çiçeği Festivali vesilesiyle verdiğim Datça molamın en keyifli ve bilgilendirici duraklarından biri Knidos’tu... Öncelikle belirtmeliyim ki Datça Yarımadası’nın uç kısmında yer alan ören yeri, tarihi kadar doğasıyla da etkileyici bir gezi sunuyor seyyahlara. Datça'da hırkalarla gezdiğimiz günü, bu güzel manzaranın eşliğinde, yılın hemen her dönemi rüzgârlı olan ören yerinde biraz üşüyerek de olsa tarih bilgilerimizi artırarak kapattık. Bölge günbatımında da harika bir manzara sunuyormuş gezginlerine, ama bizim o kadar vaktimiz yoktu... Kim bilir belki bir başka günbatımına... Ören yerinin en görkemli alanlarından biri halen çalışmaların sürdüğü tiyatro... Yarımadanın coşkulu denizine bakan tiyatroda bir zamanlar ne gösterilerin düzenlendiğini, ne keyifl i anların yaşandığını hayal ederek adımladım Knidos’u. İki limanı olan bir kentmiş burası, dolayısıyla özellikle ticaret anlamında hareketliymiş. Ve tabii zengin... Eğer bu bahar yolunuz Datça’ya düşerse, yörenin tarihini daha iyi kavramak için mutlaka bu ören yerine de zaman ayırın...
Eski datça'da Can Yücel'i anarken
Bugün Datça denince pek çoğumuzun aklına ilk önce Can Yücel geliyor. Şair, dokusuyla etkileyiciliğini koruyan Eski Datça’ya damgasını vurmuş âdeta... Eski Datça’nın hemen girişindeki Karya Çay Bahçesi- Orhan’ın Yeri, en yoğun zaman geçirdiği yerlerden biriymiş.
Köşesi halen mevcut zaten... Orhan Bey’e rastlarsanız, şairli bir iki anı dinlemeyi ihmâl etmeyin burada... Eski Datça; taştan dar sokakları, ilginç kapıları, iri iri meyve vermiş limon ağaçlarıyla süslü bahçeleri, tasarım hediyelikler bulabileceğiniz dükkânları, hoş restoran ve kafeleriyle keyif veren bir mola vadediyor. Begonvil zamanı da harikaymış. Gelip yeniden görmek lâzım...