Yaşanan değişim, bizi hırpalıyor
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Melisa Gürpınar
Hayatı, doğayı, onları oluşturan o küçük ve güzel ayrıntıları konuşmak için şair, yazar Melisa Gürpınar’ı ziyaret ettim bu hafta... Çiçekleri, bitkileri, denizi, havayı, balığı, beş asırdır ailesinin yaşadığı bu kadim kenti; her şeyi ondan dinlemek istedim. İdealtepe’deki evinde, her birinin ayrı hikâyesi olan Afrika menekşesi saksılarıyla dolu bir odada konuştuk... Mastika, evde yapılmış gül ve incir reçelleri tattım... Belki 40 sene sonra ilk kez - Melisa’nın elleriyle hazırladığı - gül şurubu içtim... Melisa Gürpınar, lütfen anlatır mısınız? diye başladım... O, kendisinden ne istediğimi sanki bilircesine, neyi demeden, "yani hayat bilgisi dersi mi istiyorsun?" diye sordu... Kesinlikle, dedim... Devam etti:
"Bazı okullarda konuşmalara gittiğim zaman çocuklara derim ki sizde olan eksiklik birinci sınıfta okuduğunuz hayat bilgisi dersini tümüyle unutup dışlamış olmak ve bugünün, çağın gereklerine göre bir yaşam tutturmanız… Çocuklar, ‘hocam biz bilgisayar kullanıyoruz, her şeyi biliyoruz, yapıyoruz, nasıl olur hayat bilgisi bilmeyiz?’ diye sorarlar. Birkaç soru yöneltirim hayat bilgisinden, bilmedikleri ortaya çıkar…
Hayat bilgisinde ne öğrenilir? Ailemiz, çevremiz, mahallemiz, mevsimler… Bugün ne ağaç biliniyor, ne çiçek, ne mevsim… Hiçbir şey bilinmiyor... Şimdi ben, bir dinazor gibi hâlâ son kalan ağaçları yazıyorum, onlar için üzülüyorum kesilince ki hergün çevremde bir ağaç kesiliyor, şu mahallede bile. Bazı çiçeklerle ilişki kuruyorum. Bazı eski dostlarımı arıyorum... Yani benim için insanların, çiçeklerin, bitkilerin, yani güzel şeylerin, şiirin hiçbir farkı yok birbirinden… Hepsi aranmak ister, hepsi ara sıra yoklanılmak, hepsi kollanılmak ister, hepsi ara sıra sevilmek... Hepsinden zaman zaman bıkarsınız, sonra gene acaba bir kusur mu ettim dersiniz... Bir çiçeği meselâ sulamazsın, sonra eyvah sulamadım diye üstüne eğilirsiniz.
E politik ilişkiler, dünyanın, ülkenin durumu, bunları zaten yaşıyoruz. Aklımızın bir köşesini ya da beynimizin büyük bir lobunu zaten işgâl etmiş durumdalar. Bunlar yok değil. Yani bunları silmeden ve bütün bunlara rağmen, bütün yaşanılan çirkinliklere, alaverelere dalaverelere rağmen... Yaşadığımız hayatla bir ömür içinde sıcak bir bağ kurmak için bazı küçük dikkatlere ihtiyacımız var, şimdi benim yaptığım bu… Siz de bunu biliyorsunuz, bu nedenle bana geldiniz."
Bir çiçekten yola çıkarak
Haklısınız. Peki bu küçük dikkatleri nerden buluyorsunuz, nasıl topluyorsunuz? Size verdiğim bir sap sardunyadan yola çıkarak öyle çok sözler ürettiniz ki daha biz kapıdan girer girmez...
"Sardunyalar en eski, en kadim çiçekler. Bilhassa da yaşlıların çiçeği kalender oldukları, az su istedikleri için... Hemen şöyle kırılıp daldırılınca tuttukları, birinden birine ödünç verilebildikleri için.... Gelmişken senin beyazından kırayım, sen de benim kırmızı katmerlimden alırsın falan gibi.. Eski zamanda hanımlar oturmaya gidince izin isteyerek çiçek alırlardı. Bir dal... O dikilirdi ve mutlaka da tutardı nasıl bir elektrikse ellerindeki, topraktaki nasıl bir cevherse. Hiç kuruyan, çürüyen görülmezdi.
Şimdi çiçekler çok çabuk çürüyor. Çünkü artık sardunyalar da bizim değil, onlar da ithal. Örneğin İngiltere’nin sardunyası geliyor, buraya uymuyor, geldiği gün çok canlı süpermarketlerde, çok çok güzel duruyor, ama bizim yaz güneşimize dayanamıyor. Çok gözalıcı renkleriyle eve getiriyorsunuz, hemen solup gidiyor. Yani her yörenin sebzesi, meyvesi gibi çiçek de kendi yöresini, alıştığı ortamı istiyor. Ege’deki coşuşu başka sardunyanın ya da yaseminin, İstanbul’daki durumu başka. Adadaki kokusu başka yaseminin, aynı yasemini getirin İdealtepe’deki kokusu başka… O güneşle, havayla, suyla onun bir uyumu, bir yerleşim düzeni var. Yani insanın kendi doğduğu, yaşadığı topraklardaki büyüme hızı başka, başka bir yere gittiği ya da tutuklu kaldığı zamanki yaşama modu başka. Yani çiçekler için de aynı böyle. Yeri değiştiği zaman, taşıdığınız zaman, götürdüğünüz zaman, olmuyor. Herkes Bodrum’dan begonvil getiriyor. Ama İstanbul’da çok az evde güneşle göz göze gelebilmeyi başarıyorlar…"
Şanslıyım ki benimki tuttu.
"Söylemiştiniz, evet, ama çok az evde… Var şu sokağın ucunda, ama olmuyor. Yani, hiçbir şey yerindeki gibi olmuyor. Biz de olmuyoruz. Biz de yerimizden edildik gibi bir durum. Biz de aynı şehirdeyiz, ama artık bastığımız toprak aynı değil; iklim, yaşadığımız çevre aynı değil, ama bundan şikayet etmiyorum. Çünkü olamaz da. Değişmek diye bir şey var. Ama biz de işte bu nedenlerle hırpalanıyoruz.
Bu değişmeyi özümseyip hemen adapte olanlar daha gençler, ama kimisi hâlâ uyum sağlayamıyor. Eğer Anadolu’nun bir şehrinden gelip İstanbul’a yerleşmişse ölünce beni yerime götürün diyor. Yani ölüsünün bile, istediği bir toprakta tekrardan yeşermesini, göğermesini istiyor."
Bir yer yok...
Birer İstanbullu olarak bizim bu şansımız bile yok.
"Öyle. Çok değişmiş topraklarda, çok değişmiş yaşama biçimlerinin içinde alın beni şuraya götürün diyeceğimiz bir yerimiz de yok. O zaman son kalanlarla avunuyorum işte. Biraz denizdeki bitmiş balıkla; o ölmüş denizle, içi katranla dolu küçük istavritlerle yetiniyoruz. Bitti! Ama çocuklar ne olacak? Onu düşünüyorum bir tek."
Peki geçmişi özlemle anıyor musunuz?
"Hayır, hayır asla."
Siz, sahip çıkmamız gereken en önemli maddelerden biri olan İstanbul’un da eskiden kalan son çizgilerini bilenlerdensiniz. Biraz anlatır mısınız?
"İstanbul çok sereserpe bir şehirdi eskiden, yani köyle kent arasında gidip gelen... Bugün bambaşka, kalabalık bir köy, ama o zaman âsude bir sayfiye şehri gibiydi. Çalışanlar vardı, ama sessiz sessiz çalışanlardı. Üsküdar iskelesinde rejiye giden işçi kızlar. Basma elbiseli, başları açık, yandan iki tane cebi olan kıyafetleriyle Cibali tütün fabrikasında çalışan kızlar. Haliç şeridindeki feshane fabrikasında çalışan dokuma ustaları. Sessiz, sakin orta halli memurlar... Yani işçi sınıfı da, sanayi gelişmiş olmadığı için onlar da, çok, ne diyeyim eski deyimle mülayim insanlar, örgütlenmemiş.
Öğretmenlerin hepsi idealist, o zaman daha öğretmen sendikaları filan da yok, hepsi cumhuriyet tutkunu, çocukları aşkla, şevkle Anadolu’da olsun İstanbul’da olsun yetiştirenler... Hangi kuruma gitseniz idealist insanlar görürdünüz. Belki demir işinde, tren işinde bilmem şu bu işinde, şeker işinde onların kralları karaborsacıları, akborsacıları vardı, ama halkın muhatap olduğu hep orta halli bir kesim, ticaret yapmayan Türkler arasında hep maaşlı, devletten beslenen bir memur kesim, bir sakin bir hayat vardı.
Benim çocukluğum işte böyle bir dinginliğin içindeydi. Biz bilemezdik belki eziyet ederdi tek parti, ama biz bunu hissetmezdik, yani, belki kapanma aşamasına geliyordu Köy Enstitüleri, ama bu İstanbul’un umrunda değildi. İstanbul, anılarıyla yaşıyordu."
Aileniz kaç senedir İstanbul'da?
"500, yaklaşık. Bir kolum ama. Annemin büyük babasının kolu. İstanbul’un fethiyle beraber, şecere var. Bunları anlatmaktan utanıyorum. İstanbullu olmak artık marifet değil, İstanbul’u sevmek, İstanbul’u yazmak önemli! İstanbullu olmayıp İstanbul’u yazan çok önemli şairler var, onun için İstanbullu olmak fazla bir anlama gelmiyor."
Mesele sosyal değişim
Müthiş bir değişim yaşandı değil mi?
"Evet, mesele değişme. Sosyal değişim. Sade doğanın değişmesi değil. Kentin değişmesi, ilişkilerin değişmesi değil. Canın mı sıkıldı iki komşunla bir gün önceden sözleşirsin ya Acıbadem’de Örnek Bağı’ndaki üzüm bağına gidersin veya Pilot Vecihi Bey’in Emirgan’daki bağına. Üzümlerin envai çeşidi tabii orda. Olmadı mı Emirgan’da bir çay içersin. Olmadı mı Anadolu yakasına gidersin. Kanlıca’da bir yoğurt yersin. Şimdiki gibi değil yoğurtlar, uzun ömürlü değil. Şimdi Kanlıca yoğurdu da uzun ömürlü. O yıllarda gerçek mayadan yapılırdı. Keçiler hemen tepede, mandırada, o keçilerin sütünden yapılan yoğurt aşağıya inerdi. Günlük yoğurt. Hemen pudra şekerini serpersin. Deniz falan temiz, karşıya bakarsın. Güneş batar, tıkır tıkır dönersin… Ha canın çok mu çekti, çok mu hovardasın, at arabası tutarsın Beykoz’a gidersin paça çorbası içmeye… Yani bu kadar ferah, bu kadar kendiliğinden, bu kadar rahat bir şehir…"
1940’lar, 50’lerin başından söz ediyoruz değil mi?
"Evet... Küçüksu’ya gidersin. Mısır kazanları çayırın ortasında kaynıyor. Küçüksu plajı açık, tramplenler var, kızlar denize girer. Benim teyzem - bilhassa, erkeklerle, dayımla falan giderdik – onlarla yarışırdı… En diplere atlardı. Biz gazinoda otururduk, Küçüksu Plajı’nın gazinosunda. Her tarafı İstanbul’un, bütün sahiller midyeydi. Fenerbahçe’ye git, hemen kayadan midyeni çıkar, tenekenin üstünde pişir, ye. Yani bu kadar istediğini istediğin an yapabileceğin bir şehirdi."
İstanbullular dizilerde...
Tamam, artık anlatmayın lütfen... Bu, bir masal kent, dayanılmayacak kadar güzel... Siz onu şiirlerinizde, yazılarınızda da sık sık dile getiriyorsunuz... Bir "İstanbul Üçlemesi" var, değil mi?
"İstanbul böyle bugünkü kadar ortada ve gündemde değildi bir zamanlar. Seksenli yıllardı. Ben, İstanbul’da yaşamış kişileri - o zaman hepsi aklımdaydı - biraz şiirsel öykü biçiminde yazmaya başlamıştım. Bir gün bir toplantıda bizim Leyla Pamir, rahmetli Erdal Öz’e dedi ki: ‘Şu kızı görüyor musun, bunun bir sürü İstanbul şiirleri, öyküleri var, ama hiç ortaya çıkarmıyor, şuna biraz baskı yapsana çıkarsın ortaya bunları.’ Erdal, ‘hemen bana getir’ dedi, ama hazır değil dedim, ‘olanı getir ziyanı yok’ dedi. Daktiloya çekilmiş 35 tanesi vardı, 35 İstanbullu insanın şiirsel öyküsü. Gerisi kaldı dosyalarda, o 35 tanesi yayınlandı."
"İstanbul’un Gözleri Mahmur" böyle ortaya çıktı.
"Sonra bir İstanbul oyunu istendi benden, bu İstanbul oyunu da Yapı Kredi’de basıldı daha sonra: ‘Yeni Zaman Eski Hayat’. Onu da TRT, snopsis ve tretmanı yazılmasına rağmen, çok fazla İstanbul içeriyor diye son dakikada iptal ettil. Sonra bir de televizyon dizisi ayağı oldu. O da ‘Küçük Bir İstanbul Hikayesi’ydi. Yani üçlü oldu. İstanbul’un Gözleri Mahmur, Yeni Zaman Eski Hayat, bir de Küçük Bir İstanbul Öyküsü."
Hayatla biraz eğlenen...
Tezgâhtaki kitabın konusu ne?
"Yeni kitap artık İstanbul’la ilgili değil. Yani İstanbul’la ilgili yazdığım bu kitaplardan sonra da yazdıklarımın hepsinin içinde İstanbul bulundu. Şiirlerimin içinde gene tabii yer aldı. Yenisine gelince adı ‘Gezintiler.’ Daha uzun haiku’yu andıran, naif, çok naif, bugüne kadar yazmadığım tarzda şiirlerden oluşan bir kitap. Öyle naif, hafif, zaarif derdi büyükannem, zarif demez zaaarif derdi uzatarak… Onun gibi yani, çok hafif, çocuksu, hayatla biraz eğlenen, gülen, gülümseyen, kendine ve dünyaya hoş bakan, bitkilerle, ağaçlarla konuşan, doğayla konuşan, artık işini bitirmiş bir insanin, hafiflemiş bir insanın şiirleri…
Fazla ciddiye alınamayabilir anlatım açısından ama bu şiirler benim için, epey uğraştım. O var yani şimdi bitmiş kitabım olarak. Toplu şiir kitabı basımı yapılırsa onu da ucuna ekleyeyim diyorum, ama daha hiç kimseyle bir konuşmuşluğum yok, bu, bana çok zor ve ağır geliyor…"
"Ramazanlarda değil, hazırlıklarında gösteriş yaşanırdı"
Ramazan ayındayız. Ben, çocukluğumda yaşadığım Ramazanları da özlüyorum... Örneğin 1940’larda nasıldı İstanbul’da Ramazanlar?
"İstanbul çok sakin bir şehir, çok uhrevi bir şehir olduğu için Ramazanlarda hiç böyle gösterişler olmazdı, ama Ramazan öncesi hazırlıklar gösterişliydi. Son yıllarda şeker hastalığım nedeniyle bulundurmuyorum ama, bilcümle kuruyemişler, pestiller çok alınırdı. Pestilden yapılan hoşaflar…"
Hoşafsız sahur olmazdı. Sabaha karşı serin serin o kadar güzel gelirdi ki...
"Hoşafsız pilav da yenmezdi zaten. Bütün kuru meyvalardan ve yaş meyvalardan yapılan kompostolar. Kurularından yapılan hoşaflar. Bu kayısı pestillerinden, dut pestillerinden yapılmışları ekşi olurdu, harareti keserlerdi. Bunları yapmak için bu pestilleri muhakkak bulundururduk.
Seçe seçe alırdık. Ben, bana incelikli şeyleri satacak olanlarla konuşarak alışveriş yapıyorum hâlâ. Örneğin çirozcum var Çiçek Pazarı’nda, ona gidiyorum gidebilirsem."
Yok artık hiçbir yerde çiroz, uskumru çirozu yok. Kolyoz çirozu yok.
"Çirozları evde ocağın üstünde ütüleyip, havan eliyle iki gazete kâğıdının arasında dövüp sirkeye yatırmak falan, akşamüzeri şöyle bir kavun, dereotlar... Yani o kokular savrulmuyor evlerimizde artık. O kokular kalmayınca, o muhabbetler de savrulmuyor, o dostlar geçmiyor. Tek başına oturup bunları tüketemezsin. Muhakkak karşında birileri olacak. O kapılar zırrr zırrrr çalınacak mutlaka. Ama artık kapılar da çalınmıyor."
"İstanbul için yapılacak çok şey var"
Bize gül şerbeti ikram ettiniz, her hareketinizle yarım asır önce ailemin evinde yaşananları hatırlatıyorsunuz, mastikadan söz ediyorsunuz… Ev yapımı gül reçelinin, incir reçelinin tadına baktık… Bunları siz, belki geçmişi hâlâ yaşattığınız için aramıyorsunuz. Ama ben arıyorum. Meselâ, gül şerbeti içmeyeli kırk sene olmuştur…
"Bunlar nostalji değil, yaşama biçimimin içinde var. O kadar çok şey silindi ki, bari bunlar sürsün… Hani bir kalemle bir silgiyle bir resmin tamamını silersin, ama ne kadar çalışsan da tam silemezsin, kıyılarında izi kalır, bir şeyleri kalır... Bu da onun gibi, silinmiş bir resmin son kalan çizgileri gibi benim yaptığım gül şurupları, başka hiçbir şey değil.
Bütünüyle yaşam serüvenimiz, yaşam biçimimiz değişti İstanbul’da. Şimdi bunun hepsini aramak artık şaşkınlık olur. Bugün için yapacak bir şey kalmamış gibi. Oysa ki bugün ben, yapmak isteyip de yapamadıklarımla doluyum. Yani bugün için de yapacak o kadar çok şey var ki eğer sağlığı yerindeyse insanın. Bu kötü doğada, bu kirlenmiş politik çevrede, bu çok çok mesafeler alması gereken sosyal dokunun içinde yapılması gereken o kadar insancıl görevler var ki hepimize düşen, eğer bir adım önde olduğumuzu düşlüyorsak ya da varsayıyorsak… Ama ben, son kalan çizgilerle oyalanıyorum."