Tarihi herkese sevdiriyor

Romancı Hıfzı Topuz, lezzetli üslûbuyla okurlarını bu kez Sultan Abdülmecid dönemine götürecek

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Bu "haftanın konuğu", kitaplarını da sohbetini de çok sevdiğim bir isim, bir usta: Hıfzı Topuz... Havanın ayaza kestiği bir şubat sabahında Yazarlar Sokak'taki evinin kapısını çaldığımda 86 yıllık dolu dolu yaşamının yalnızca bir-iki gününü anlatmaya kalksak, bu söyleşinin alanının hemen dolacağını biliyordum. Duvarları Afrika maskları, Abidin Dinolar, Bedri Rahmiler, Fikret Muallalarla süslenmiş salona girdiğimizde, bizi yukarıya, çalışma odasına davet etti. Oradaki görüntü de farklı değildi. Masklar, resimler ve durmaksızın çalan bir telefon! Telefonun ahizesinden yankılanan cılız seslerden, ona saygının ve sevginin ifadelerini duyuyor, yüzünde bunu okuyorduk, ama söyleşimizi de sürdürmek zorundaydık. Biz, yeni projelerle başlamalıydık bu sohbete, sonra o güzel anılarla dolu yıllara kıyısından olsun belki biraz dokunurduk!

"İki gün evvel bir kitap bitirdim, yayıncısına teslim ettim. İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması münasebetiyle semtleriyle ilgili kitaplar hazırlanıyor biliyorsun Heyemola Yayınları tarafından. Benden de Nişantaşı'nı istediler. Erteledim erteledim, sonunda kabul ettim. İki ayımı aldı, bitirdim. Altmış sayfalık bir kitap istiyorlardı, seksen sayfa oldu. On beş-yirmi sayfa yazarım en fazla, Nişantaşı hakkında ne çıkar? diyordum, seksen sayfayı doldurdum. Bunlar, semt üzerine kendi anılarım. Dört kuşak Nişantaşılı'yız. Çocukluk anılarım var kitapta, sonraki yıllarda orada yaşayanlarla röportajlar yapmıştım onlardan da bölümler aldım. Mesela Mim Kemal Öke bana Atatürk'ü anlatmıştır orada. Selim Sırrı başka şeyler... Bunlar önemli, Nişantaşı'nın tarihi ile ilgili notlar. Çok sevdiğim bir arkadaşım vardır Üstün Üstündağ, Vali Muhittin Üstündağ'ın oğlu. O, Vali Konağı'nda doğmuş. Atatürk oraya gelmiş ve adını o koymuş. Böyle şeyleri derledim ve çok hoşuma gitti. Soğuk bir kitap olacak, okunmaz bu diye düşünüyordum, ama bitince bir baktım hiç öyle olmadı."

Peki ya üzerinde çalıştığı son roman...

"Ondan evvel son romanıma başlamıştım. Epey bir aksadı. Sürekli çalışamadım. Bu arada başıma bir de Mayıs '68 çıktı. Fransa'daki 68 olaylarını anlat dediler. Bir ay falan da onunla uğraştım. 'Paris 68: Bir Devrim Denemesi'. O kitap da basıldı, çıktı. Ve ben, yine son romanım Abdülmecid'e döndüm. Abdülmecid'i çok seviyorum."

Neden Abdülmecid?

"Çünkü, Abdülmecid hakkında kitap yok. Yeterince bilinen bir kişi değil. Belgesel bir kitap var, onun dışında 'Abdülmecid' adıyla çıkmış bir çalışma yok. Anılarda falan rastlanıyor.

Abdülmecid'i ilginç buldum, çünkü Osmanlı'nın bağımsızlığını yitirmesinin, sömürge olmasının başlangıcı onun zamanındadır. Reşit Paşa, Âli Paşa, Fuat Paşa alabildiğine ödün veriyorlar. Bu ödünler, anlaşmalarla tespit ediliyor ve mali bağımsızlık bitiyor. IMF'in temelleri o zaman atılıyor Osmanlı'da. Ondan sonra yabancı sermaye giriyor işin içine ve Osmanlı çöküyor.

1839'da başlıyor Abdülmecid dönemi. Tahta geçtiğinde henüz on altı yaşında bir çocuk. Düşünsene, on altı yaşında bir çocuk tahta oturmuş... Nasıl okumuş, nasıl yetişmiş sarayın içinde? İkinci Mahmut buna yabancı bir hoca tutmaya kalkmış, saray birbirine girmiş, 'Yarın halife olacak, onu yabancı bir hocanın yetiştirmesi uygun değil!' demişler. Müthiş şeyler değil mi? Reddetmişler. O da saray eğitimi almış, tarih öğrenmiş biraz. Dışarıya bakmış, bir şeyler duymuş. Anlatmışlar, ama anlatılanlar da çok hafifletilmiş şeyler."

Peki, dünyada neler oluyor o sırada?

"Fransız ihtilalinden sonra Avrupa'da sosyal mücadele başlamış, sosyalizm gelişiyor bir yandan, Avrupa uygarlığı başka bir yöne gidiyor falan. Tüm bunları biraz anlamış, ama derinlemesine kavramasına imkân yok bir çocuğun.

Fransızca öğreneyim demiş, Fransızca öğrenmiş. Batı müziğine merak sarmış, besteler yapmış. Sarayda klasik müzik çalınıyormuş. Alaturka besteler yapmış. İnce, zarif bir adam. Seyahate gidiyor, her gittiği yerde halk şaşırıyor. Padişah diye dev bir adam bekliyorlar, Abdülmecid bir yetmiş boylarında, güler yüzlü gayet sevimli bir adamcağız, çok şaşırıyorlar. Batı'ya dönük, batı uygarlığını müzikle, dille taklit etmeye çalışan bir adam. Tanzimat bir defa batı'ya bir dönüştür değil mi? Tanzimat Fermanı'nı hazırlayan o değil, Mustafa Reşit Paşa, ama o da çok benimsiyor Tanzimat havasını. Gericiler karşısında dikilmişler falan... Ben, bunları anlatmaya çalışıyorum."

Tabii bütün yönleriyle ele alıyor dönemi Hıfzı Topuz... Hem nalına, hem mıhına yazıyor...

"Bu adam maalesef çok olumlu roller oynayamıyor, çünkü çok küçük yaşta tahta çıkıyor, yönetime hakim olamıyor. Ve müthiş kadın düşkünü! Bu bir kusur değildir, ama bununki öyle. O bolluk içinde şaşırıyor. Kırk bir çocuğu oluyor! Yedi kadın efendi var, yedi tane ikbal... Ayrıca gözdeler var. Kimisini delicesine seviyor, kimisi onu kullanıyor. Kadınların çevirmediği dalavere yok. Saraydan çıkmaya başlıyorlar, dışarıda sevgilileri oluyor falan. Ve kendini içkiye veriyor, sabahtan başlıyor içmeye."

Yani kendi dönemi içinde ilginç şeyler yapmış bir insan.

"Evet, hoşuma gitti bu... Ayrıca büyük dedem, Abdülmecid'in yaveriymiş, evde duyduğum hikâyeler var çocukluğumda. Paris'te sevdiğim bir arkadaşım vardır birlikte UNESCO'da çalıştık senelerce, on beş-yirmi sene, Fevziye Sultan... O da Abdülmecid'in torunu. Ona da söyledim; 'Dedeni yazacağım' diye, çok hoşlandı.


Hata yapmama gayreti

Duygusal yaklaşımlarla girdim kitabı yazmaya, ama bu, kafa işi. Benim kitaplarım biliyorsun çok araştırma gerektiren konulardır. Bir yerde takıldığım zaman, onun üzerine bir gün geçiriyorum. Sonuçta bulduğum bilgi, üç satırlık bir şey yazdırıyor, ama o üç satırda hata yapmamaya çalışıyorum."

Raflarda yerini ne zaman alacak bu yeni kitap?

"Üç ay sonra tamamlarım herhalde. Yarısını bitirdim. Kitaplarım genelde iki yüz-iki yüz elli sayfa oluyor, bu biraz daha kalın. Ele alınacak şahıslar çok bu kitapta. Reşit Paşa başlı başına bir âlem. Fuat Paşa, Âli Paşa bunlar önemli insanlar. Ondan sonra annesi var: Bezm-i Alem Valide Sultan. Otuz beş, kırk yaşlarındayken Valide Sultan oluyor bu kadın. Karıları içinde de çok ilginç kadınlar var. Bütün çevreyi ele alıyorum ben. Tabii bu bir roman olduğu için, dönem içinde rol oynayan insanlarla beraber ele alıyorum. O kadar zengin ki olaylar, fiksiyona çok az yer kalacak. Gereksiz sanki."

Bir de doktoru var galiba...

"Evet, Doktor Spitzer diye Avusturyalı biri. Yirmi altı yaşında İstanbul'a gelmiş. Tıbbiye yeni açılmış. Orada teşrih, anatomi hocası. Bir süre sonra da sarayın doktoru olmuş. Abdülmecid bununla çok arkadaşlık yapmış. Genç bir doktor, kendisi de genç. İçini döküyor ona; 'Bu kadınlarla ne yapacağım ben' diye danışıyor. 'Anneme bak' diyor, 'Gülcemal Sultan'a bak' diyor, 'manyetizma denemeleri yapalım beraber' diyor. Seyahate gidiyor, onu da götürüyor. İçini döküyor ona. Bu adam, beş sene Abdülmecid'in yanında kalıyor. Müthiş hoşlanıyor ondan. 'Bizim birader Abdülaziz başıma belâ, ne yapacağım bunu? Vali olmak

istiyor, yapmaya kalkıyorum istemiyor, benim yerime mi geçecek? Sapık bu adam' diyor.

Abdülaziz diyormuş ki Abdülmecid'e 'Bu senin çok kıymet verdiğin konsoloslar gâvur. Topla bunların hepsini, bir gemiye koyalım topa tutalım, hepsini temizleyelim!'"

Hıfzı Topuz yeterince kaynak bulabiliyor mu Abdülmecid hakkında?

"Doktor Spitzer sürekli Viyana'daki kız kardeşine mektuplar yazıyor, bunları anlatıyor. Öldükten sonra kız kardeşi bunları bastırıyor. Bir bakıyorsun ki belgeler çıkmış ortaya içtenlikle kardeşine anlattığı olaylardan. Bu tür kaynaklarım var elimde. Ve bazı anılar... Cevdet Paşa, bu batıya dönüklükten hiç hoşlanmıyor. Müthiş içerliyor buna.Yazdığı 'Maruzat' diye bir kitap var onda anlatıyor. 'Tezâkir' diye dört ciltlik bir kitabı var onlarda anlatıyor Abcülmecid'i. Derme çatma, ufak tefek şeylerden bir sentez yapmak lâzım. Ben bir şey okuyorum yüz sayfa, onun benim kullanacağım belge bir sayfa. Evet, diyeceğim bu... Oradan buradan bir şeyler buluyorum."

Hıfzı Topuz'un kitapları çok seviliyor, geniş kitlelere ulaşıyor. Bunda, anlatım dilinin de büyük önemi var diye düşünüyorum...

"Vulgarizasyon diye bir şey var. Bir konuyu halk diline çevirmek, bütün ayrıntılarından kurtarmak, ağdalı anlatımları arı hale getirmek... Benim yaptığım bu. Bir kitabı alıyorum onun içinde en sivri taraflarını seçiyorum halk diline çeviriyorum. Kitaplarımda İngilizce, Fransızca, Osmanlıca sözcükler kullanmam. Mutlaka Türkçe'lerini kullanırım. Bugünkü Türkçe ile padişahı anlatmak kolay değil, gülünç olur. Bazen mecbur oluyorum ama yine bugün kullanılan sözcüklere yer vermeye çalışıyorum.

Okurlarla birlikte olmak

Daha çok öğretmenler ilgi duyuyorlar, öğrencilere kitaplarımı veriyorlar. Sık sık beni okullara çağırıyorlar. Öğrenciler kitapları okumuş oluyorlar, bana sorular soruyorlar. Tarih öğretmenleri 'Bize tarihi sevdirdiniz' diyorlar. Beni mutlu eden şey, okuyuculardan aldığım tepki. İmza günlerinde yahut okuma gruplarında bunu görüyorum. İstanbul'da on beş okuma grubu var. Buradakilerden çoğu kadın. On beş-yirmi kişiden oluşuyorlar, içlerinde üç ya da dört erkek oluyor, olmuyor. Ama onlar da okuyorlar, yazarları buluyorlar, davet ediyorlar. Belki sende biliyorsundur bunları, benim hoşuma gidiyor. Okuyucunun tepkisini öğrenmiş oluyorsun. Bu da ilerisi için motivasyon oluyor. Bunu kopartmamaya çalışıyorum, ayaklarım yerden kesilmiyor. Toplumdan uzaklaşmamaya, onların düzeyinde olmaya çalışıyorum. Onlardan belki bir adım ilerde oluyorum, ama kopmuyorum."

Sohbetleri de öyle...

"Evet, konuşmalarımda da öyle olmaya çalışıyorum. Senin düzenlediğin 'Ustalara Saygı'larda da öyle olmadı mı? Ben, dinleyicinin düzeyinde olmaya, ukalalık etmemeye, kopmamaya çalışırım. Yani Bedri (Rahmi Eyüboğlu) hakkında anlatacak neler var, ama ben herkesi ilgilendirecek şeyler bulmaya çalışıyorum. Bu da benim kendime göre seçtiğim bir taktik, bir teknik. İşte böyle."

Demin de sözünü ettik ya, Hıfzı Topuz'un romanlarında kurguya çok gerek yok. Zaten her şey roman gibi...

"Romanlarımdaki insanlar tanınmış insanlarsa onlara bir şey eklemiyorum, konuşmalarından, mektuplarından, yazılarından alıyorum, seçmeler yapıyorum. Romanlarımda ikincil insanlar oluyor, onları ya kendim uydurmuş oluyorum -aslında yok öyle bir şey- ya birilerinin sentezi oluyorlar ya da ben... Kendimi ikinci şahıs olarak koyuyorum romana. O kadın ilişkileri falan ya kendilerinin yaşadığı şeyler, ikinci insanların kadın ilişkileri de çoğunlukla benim hikâyelerim oluyor. Bunlarda gerçek payı var, gerçeklerden ayrılmıyorum sadece bazen isimlerini gizliyorum."

Yine telefon çaldı. Bu söyleşinin gazete sayfasındaki sınırları çoktan dolmuştur. Halbuki daha konuşacak o kadar çok şey var ki... Bir başka sefere yazmak üzere. Biz, alt kata salona inip orada sohbete biraz daha devam edeceğiz. Duvardaki resimlerin hikâyelerini dinlemek istiyorum...

Heykel merakı

Hıfzı Topuz'un son romanı Kara Afrika üzerineydi... Afrika ülkelerinde, Hindistan'da, Filipinler'de gazetecilik eğitimi seminerleri düzenledi Hıfzı Topuz. Kara Afrika'da kırsal basın projesini oluşturdu. Ama onun Afrika tutkusu çok eskilere gidiyor...

"Çocukluğumdan başlar Afrika'ya merakım. Evde lalam vardı Sudanlı'ydı. Ondan sonra Habeş dadım vardı, harem ağaları, dadılar falan merak uyandırdı bende. Ben onlarla yatıp kalkar, Afrika hikâyeleri dinlerdim onlardan. Bana Afrika'yı sevdirdiler. Sonra gazeteciyken Afrika'ya gitmek istedim, ama gazete yöneticileri 'Olmaz, vurulursun, başına bir iş gelir' dediler, izin vermediler. UNESCO'ya girer girmez 'Ah, dedim bir Afrika yolu açılabilir.' Bir sene sonra Dakar'da bir toplantı oldu, kalktım gittim. Cumhurbaşkanları, başbakanlar, parti liderleri hepsi oradaydı, onları gördüm, bir-iki heykel aldım."

Heykel merakının da bir hikâyesi var, ben daha önce dinlemiştim, sizlerle de paylaşalım...

"Heykel merakım şöyle başladı: 1952'de Paris'e gittiğim zaman Nâzım, Moskova'daydı. Kitabı çıkmıştı orada 'Poem' diye, şiirleri. Tristan Tzara, çağdaş edebiyatçılardan, Letrizm'in babası, sürrealist şairlerden biri, o basmıştı kitabı, çeviren de Hasan Güreh diye biri, yani Sabahattin Eyüboğlu. Sabahattin Eyüboğlu'nun takma adıydı Hasan Güreh. Nâzım, Moskova'daydı, Münevver İstanbul'da. Bana ulaştı, 'Kitabın telif ücretini Münevver Hanım'a gönderebilir misin' dedi, ben Abidin'e anlattım, Abidin beni Tristan Tzara'ya gönderdi. Eve bir girdim, -işte şimdi benim evim gibi- Afrika heykelleri ile dolu bir ev. Bunları ben yerinde görmeliyim, bulmalıyım dedim. Tristan Tzara öldükten sonra o heykeller milyarlar etti. Veraset hikâyeleri çok uzun sürdü.

Nâzım'ın telif ücretini alıp ondan Münevver'e gönderdim, ama böylece hem Nâzım için Tristan Tzara'yı gördüm, hem de kafamda Afrika için yeni bir şeyler parladı. Ondan sonra da her fırsatta Afrika'ya gidip bir şeyler toplamaya başladım. Yirmi beş kere Kara Afrika Ülkeleri'ne gittim misyonla. Kongo'da bir sene kaldım, bazı yerlerde üç ay, bazı yerlerde bir ay, bir hafta. Amaç orada özgür bir medyanın kuruluşuna yardım etmekti. Çünkü sömürgecilikten kurtulduğunda Afrika ülkeleri, yetişmiş gazetecileri yoktu. Belçikalı, Fransız, İngiliz gazeteciler vardı. Onlar da gidince başka kimse kalmamıştı. Bu kadroları yetiştirmek için biz, Unesco'da birtakım planlar hazırladık, eğitim seminerleri düzenledik, haber ajansı kurulmasına yardım ettik, radyo, televizyon, medyanın geliştirilmesi, personelin yetiştirilmesi için yıllarca programlar ürettik. Ben de o çerçeve içinde gittim Afrika'ya. Kongo'ya da öyle. Gazetecilik eğitimi vermek için. Bugün çalışanların çoğu öğrencim oldular. Lumumba öldürülmüştü, Onun bütün arkadaşları benim de arkadaşım, öğrencim oldular. Bütün bunlar beni etkiledi son 'Kara Çığlık' ile romana dönüştü. Lumumba diye bir kitap yazmıştım, kuru olmuştu, ama roman yazdığı zaman çok daha serbest oluyor insan ve daha hümanist bir yaklaşımla konuları herkese duyurabiliyor.

UNESCO'dan ayrıldıktan sonra da fırsat buldukça kendi hesabıma tatil için Afrika'ya gittim. Afrikalı dostlarım var. Bir öğrencim vardı, evlendi çocuğu oldu, adını Hıfzı koydu. Şimdi Afrika'daki Hıfzı liseyi bitiriyor. Böyle bir yakınlığım var Afrika ile. Şimdi Afrika ne halde!? Bu çok üzüyor beni. Kopmadım Afrika'dan. Demek ki yaşamboyu etkiledi beni. Yirmi beş sene içinde bu kadar çok Afrika'ya gidip gelmem bunun göstergesidir."