Sanat eseri hiçbir işe yaramaz!
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu, Tan Oral
Bu haftaki konuğum bir çizer, bir yazar, bir düşüninsanı Tan Oral... Kendisi ile tembellik, çalışma, çizgi, sanat, sanatçı, sanat eserleri ve kediler üzerine sohbet ettim... En geniş bölüm kediler üzerineydi, ancak onlarla ilgili bir kitap olabilecek uzunluktaki muhabbetimiz sırasında teybi kapamış, çaylarımızı yudumluyorduk... Bu nedenle (!) kedilerin dışında konuştuklarımız yer alıyor burada ve tembellikle başlıyoruz:
"Tembellik çok zor bir şey. Tembellik yapmak, tembellik hakkını ve imkânını yaratabilmek için çok çalışmak gerekiyor. O yüzden de bazen tembellik yapacak ne hâl, ne derman kalıyor insanda.
Bildim bileli - hâlâ da öyle - çalışmanın erdeminden, kazandırıcı olduğundan söz edilir, ama öte yandan bunların tersleri de var. Konuşulduğu zaman insanlar tedirgin oluyorlar, ama var. Meselâ 'çalışan değil, çalıştıran zengin olur' gibi veya Hitler'in 'çalışmak insanı özgürleştirir' diye kapılara yazdırdığı sloganlar da söz konusu. Öte yandan aklıma genç bir şarkıcının, çalışmak istemiyorum diye Fransızca şarkısı geliyor, feryat ediyor: 'Je ne veux pas travailler.'
Durum böyle. Dolayısıyla gerçekten tembelliği övdüğüm anlamına gelmemeli, ama bir dürüstlüğe çağrı belki söylediğim. Çünkü bütün tatillere neşeyle gidiyor insanlar, bir karış suratla geri geliyorlar. Haftasonunu büyük bir keyifle bekliyorlar, ama 'Pazartesi sendromu' diye bir kavram var. Bütün bunların olduğu bir yerde hiç olmazsa bir adam da çıkıp böyle söylesin.
Gerçi Marks'ın damadının koskoca bir kitabı var tembellik üzerine, yani kapitalizmin insanı nasıl zorla çalışmak zorunda bıraktığını hatırlayarak belki de... Marks'ın damadı olması da ilginç tabii. Russell'ın 'Tembelliğe Övgü' diye güzel bir çalışması var. Velhasıl 'çalış, çalış, çalış' sloganları arasında varlığımızın ve bedenimizin ihtiyaçlarını da hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var."
Ama sizde çalışmalar, projeler aralıksız sürüyor. Biz tembelliği böylece geçiştirip yine çalışmaktan söz edelim isterseniz...
"Keşke somut ve içaçıcı şeyler söyleyebilseydim bu konuda, özlemim öyle. Ama çok zor. Burada artık tembellik değil, beceriksizlikten söz edebilirim.
Çok uzun yıllar çizince insan, bunlar birikmeye başlıyor. Birikince önce çok keyifle saklıyor her şeyi; hem kendi çizdiklerini, hem derleyip topladıklarını. Her bulduğuyla bir arşiv çalışmasına giriyor, fakat belli bir zaman sonra altından kalkamadığı bir problemle karşılaşıyor. Bunlar nereye koyulacak, nasıl faydalanılacak, nasıl sistematize edilecek gibi... Dolayısıyla son zamanlarda kafamdan geçen bütün bunları sistematize edecek, kitaplaştıracak, web sitelerine koyabilecek bir çalışmayı başarabilmek. Böyle bir umudum var. Ama, bu konuda biraz paralize oldum, iş üretemiyorum bir süredir..."
3 kitap bekliyor
Ama kitap çalışmalarınız olduğunu biliyorum...
"Evet, benim öteden beri kafamda birtakım kitap tasarımları var, hem de birkaç yerden böyle talepler. Ayrıca bitmiş 3 tane kitap bekliyor."
Neler onlar?
"Birisi - haddimi aşarak bir çeviri yapmıştım – çocuk, gençlik kitabı, kedilerle ilgili. O bir yayınevinde. Benim gidip zorlamam lâzım."
Hemen karşıdaki Can Çocuk'a gidip Samiye Öz'e verelim…
"Orada zaten. Erdal Öz'ün sağlığında vermiştim. Tam basılmak üzereyken Erdal'ı kaybettik, ondan sonra ben bir daha ilgilenemedim, ilgilenmedim."
Ya diğer kitap adayları?
"Geçen yıllarda bir kitap yayınlamıştım, belki görmüşsünüzdür; 'YüzYüze' diye… Önce bir sergisini yapmıştık. Benim çizdiğim bilinen, bilinmeyen insanların portrelerinden oluşan bir sergiydi, 250'nin üstünde çizim vardı. Onları kitaplaştırmıştık. Bu tür işlerde karşıtlık hoşuma giden bir şey. Madem böyle bir kitap ve sergi yaptık bir de eş-dost, tanıdık-tanımadık bir sürü insanın da çizdiği benim portrelerim var, onlar da bir koca dosya dolusu birikmiş. İlk sergi ve kitap 'Yüz-Yüze'ydi ya ikincisini de sergi yaptık; kitabı da hazırlandı, baskıya gidecek. Onun da ismi 'TanTana.'
Cumhuriyet'ten ayrılma günlerinde olay, hiç beklemediğim kadar yankı yaptı basında. Yurtiçi ve yurtdışından pek çok haber, yazı, yorum, tepki birikti. Onları bir kitap haline getirme projesi var. Dosyası hazır da bir düzenlenecek."
Siz, tembellik hakkınızı! çalışmaktan yana kullanıyorsunuz galiba... Başka neler var? diye de soracağım...
"Sonra Çekül Vakfı'nın - neden bunları anlatıyorum, bana baskı olsun diye - kuruluşunun 20. yılı. Ben de mütevelli heyetindeyim. 20. kuruluş yılı nedeniyle çevre konusunda bir kitap isterler. Bu arada Kırmızı Yayınları birkaç çalışma birden istiyor. Retrospektif bir kitap ve başka konseptli kitaplar istiyor. Onlara daha hiç el atamadım."
Aman yayınevinin sahibi Fahri Özdemir bunu duymasın!
"Laf aramızda Fahri çok baskı yaptı bana. En son 'bu son bundan sonra artık karışmıyorum' dedi, en ağır lafını söylemiş oldu yani."
Şimdiye kadar kaç karikatür çizmişsinizdir, bir tahmininiz var mı?
"Şöyle olabilir: 77'den bu yana günlük çiziyorum aralıksız; 68'den bu yana da dergilerde, çeşitli yayın organlarında periyodik olarak çizdim. Günlükler düşünülürse, bir yılı da 300 gün sayarsak aşağı yukarı 10 binin üzerinde bir rakam çıkıyor ortaya, ama tek tek saymadım! Ne kadar doğru bilmiyorum."
Peki bunların ne kadarının orijinali sizde? Şu teknoloji ortamında...
"Ne yazık ki teknoloji yüzünden orijinal kalktı ortadan. Ben, ilk günden bu yana çizdiklerimi vermemeye çalıştım, ama şüphesiz kaybolanlar oldu."
Teknolojinin hainliği...
Bende sizin yaptığınız bir Gösteri dergisi kapağının orijinali duruyor. Çerçeveledim, astım.
"Güzel. Önünde sonunda oldukça fazla, tümüne yakını var. Ama dijital teknoloji ile birlikte çizdiklerimizi ulaştırmanın kolaylığı girince işin içine bitmiş orijinaller azaldı, hemen hemen kalmadı gibi. Bir şey çiziyorum -insanın kolaya kaçmak gibi bir eğilimi var – beğenmiyorum. Eskiden buruşturup atar, bir tane daha çizerdim veya bir defada o ruh haliyle olduğu için çıkan sonuç beni memnun ederdi. Şimdi bir şey çiziyorum, hatası varsa photoshop'a yükledikten sonra bir-iki şeyle çok kolay düzeltilebiliyor, çerçevesi rahat yapılabiliyor, içine yazı konulacaksa onlar hazırlanabiliyor.
Velhasıl iş bitiyor, gönderiliyor, basılıyor, fakat orijinal olarak kalan ilk hali, hiçbir şey anlaşılmayan bir-iki basit çizgi: Bir adam duruyor, neden duruyor?! O yüzden bir-iki yıldır çok az orijinal çıkıyor ortaya. Teknolojinin böyle bir hainliği de oldu."
Özlemiyor musunuz kalemle çizmeyi?
"Ben yine öyle çiziyorum."
Bilgisayarda mı?
"Hayır."
O zaman kalemle çizip bilgisayarda…
"Tarıyorum."
Bilgisayarda çizmekle kalemle çizmek arasında fark var değil mi?
"Çok önemli bir fark var o da şu: Bilgisayarda çizdiğiniz zaman bir işi tarif etmiş oluyorsunuz. Bir karikatürü tarif ediyorsunuz, bir adamı, bir şeyi tanımlıyorsunuz orada ve üzerinde oynayarak da mükemmel hale getiriyorsunuz. Çizme eylemi benim için bir şeyi tanımlamak değil, bir şeyin kendisi. Yani mektup yazar gibi. Elle yazdığınız mektupta o satırların akışı, harflerin kullanılışı…"
Duyguların geçmesi önemli
Kalemle yazılan, çizilenleri görünce, anıları da anımsar insan...
"Karşı tarafa da o duygularınız gider. Sadece kelimeler ve anlamlarıyla değil, başka bir şeyle gider duygular. Yazan kişinin o andaki ruh hali, duyguları, kıpırtıları hep yazıya geçer. Ve esas mesaj, oradan gider. Bu inandığım ve bugüne kadar uygulamaya çalıştığım bir çalışma tarzı. Dolayısıyla orada yaptığım ukalâlığın izleyiciye gitmesi o kadar umrumda değil, ama duygularımın, sıkıntılarımın, yer yer sahtekârlığımın, beceriksizliğimin veya terslerinin izleyiciye gitmesini önemsiyorum."
O yüzden kalemle çizmekten vazgeçmiyorsunuz...
"Çünkü kalemle çizerken bir tat alıyorum ve inandığım eğer bir tat alıyorsam bakan da o tadı paylaşabilir. Eğer ben tat almıyorsam söylediğim şey, mesaj, ifade, ne önemi var ki?! Başka türlü de söyleyebilir insan, telefon açıp da söyleyebilir, word programında yazarak da söyleyebilir. Dolayısıyla uçla, kalemle çalışmak…"
Hatta kalem ucunun kâğıt üzerindeki sesi...
"Şüphesiz. Biraz tekniğe girdik, ama acele işlerde - basında acele de oluyor bazen - kurşunkalemle çalışıp sonra onu mürekkeple sabit hale getirmek gibi herkesin yaptığı bir şeyi ben de yapıyorum, ama sevdiğim çalışma, kurşunkalemle ilgilenmeden doğrudan çizmek, hatasıyla ve sevabıyla... Ama bazen şöyle bir şey de oluyor, kurşunkalemle çiziyorum, ama her şeyi bitirmiş oluyorum. Onun üzerini çini mürekkebiyle bozmak çok ayıp geliyor bana ve o haliyle gönderiyorum, öyle basılıyor."
Üzerinden geçmeniz sizi de sıkacak, yapay bir şey olacak, o heyecanı ve coşkusu kalmayacak…
"Yapay bir şey oluyor evet. Kendimden kopya çekmiş oluyorum o zaman. Bir de işime geliyor. Baştaki laflarımıza gelirsek biraz tembelce bir şey, fazla uğraşmadan bir çırpıda çizip kurtulmak gibi..."
Karikatürü bir sanat olarak görüyor musunuz? Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
"Şimdi Faruk karikatürcü lafını da sevmiyorum, sanatçı lafını da pek sevmiyorum. Çünkü kullanılırken katılmadığım şöyle bir yöntem izleniyor: Önce bir sanatçı, sonra onun yaptıkları vardır. Oysa tersi olmalı, eğer bir kişi bir şeyler yapıyorsa
yaptıklarına göre sınıflandırılabilir. Cam-çerçeve yapıyorsa camcı denir; ayakkabı yapıyorsa, ayakkabıcı... Sanatla ilgili bir şey yapıyorsa sanatçı denebilir, bu o zaman doğru bir şey. O yüzden ayrıca bir niteleme yapmak gibi bir zorunluluk yok.
Ne yapıyorsa, onu yapan adam olarak isim alır. Araya bir siyaset koyayım parantez içinde. Meselâ sol ve solculuk konusunda da benzer bir şey var. Öteden beri tartışılıyor Türkiye solu ne durumda?
Türkiye solu şöyledir, böyledir falan. Önce bir var sayılıyor, Türkiye solu var, sonra o, solculuk yapmadığı için eleştiriliyor. Bu mantık hatalı, böyle bir şey olmaz. Eğer yapmıyorsa o yoktur. Hâlbuki ortada solculuk yapan bir kişi, ekip, örgüt varsa soldan bahsedilir, eleştirilir de ama yok diye eleştirmenin ve tartışmanın hiçbir anlamı yok. Şimdi sanatta da öyle bir şey. Bir de sanatçı lafının bir yanlış kullanımı daha var: Bütün şarkıcılar, sanatçı. Bir kelime kaymasından gelen bir şey. Eski yıllarda böyle bir laf yok..."
Şarkıcıydı…
"Şarkıcıydı, sazendeydi… Yaptıkları iş de şarkı söylemek, saz çalmaktı. Bir de Fransızca'dan Türkçe'ye giren, giremeyen daha doğrusu, aktris var... Aktör bir şey ifade ediyor Türkiye'de konuşan insanların kafasında, aktris hem söylemesi zor, hem de yine Fransızca'dan gelen artist kelimesiyle çok benzediği için aktrislere de artist denildi."
Ya da artiz...
"Bütün o güzel kadın resimlerinin bulunduğu dergilerdeki insanlar için artist resmi dendi… Bir süre sonra Türkçecilik bulaşmaya başladıkça insanlara, sanatçı diye çevrildi bu sözcük. Bütün o bildiğiniz şarkıcılar sanatçı oldu. Kendileri de 'biz sanatçılar' diye konuşuyorlar."
Çizerim, çünkü çiziyorum
Peki siz kendinizi ne olarak görüyorsunuz?
"Böyle bir şey olarak görmüyorum."
Ben başlığa ne yazacağım? Karikatürist mi diyeceğim?
"Çizer... Karikatürist lafı doğru bir laf değil. Çizer, çünkü çiziyorum. Çizdiğim için o meslek olarak bana maledilebilir."
Karikatürü bir sanat olarak kabul ediyor musunuz?
"Etmiyorum, çünkü çizdiğim şey karikatür mü değil mi bilmiyorum, benim iddia etmemle olmaz."
Ara Güler gibi düşünüyorsunuz, o da "fotoğraf sanat değildir, biz tarihi kaydediyoruz" diyor.
"Ara'ya eleştirim olabilir tabii. çünkü yaptığı işlerde sanat da var."
Sizde de var, ben de biraz o yüzden söylüyorum…
"Ara Güler bir-iki fotoğrafımı çekti benim 'gel, gel sana sanat fotoğraflarını göstereyim' dedi. İçeriye çağırdı. Işıklı masaya koymuş bir sürü bozuk çıkan, yanık fotoğrafları 'bak bunlar sanat' dedi. Söylediği şey doğru, yine kabul etmek zor, ama sanat olmanın, bir işin sanat eseri olup olmadığının bence bir tek kıstası vardır: Eğer işe yarıyorsa sanat değildir, hiçbir işe yaramıyorsa o sanat eseridir. Herkes irkiliyor bu tanıma, ama çok doğru. İşe yarıyorsa o bir şeydir. Sanat eseri hiçbir işe yaramaz, olsa da olur olmasa da. Ama buna karşılık ruhumuzu şöyle yapıyor, böyle yapıyor ona bir itirazım yok, ama pratik hayatta bir işe yaramaz. Çizerlik bir iş, gazetede çizersiniz, sigara paketinin arkasına çizersiniz, tabelâ çizersiniz, plân, model çizersiniz, grafik iş yaparsınız, o bir iş ve meslek. Onun içinden bazıları sanat kategorisine girebilir veya girmeyebilir. Dolayısıyla ben kendi yaptıklarıma illa karikatürdür demiyorum. Ben çizerim onu inkâr edemem, çizerim, bazen de yan çizerim."
"Bir karikatür, 7-8 saatte ortaya çıkıyor"
Beyaz bir kâğıt karşısına oturduğunuzda neler hissediyorsunuz?
"Masaya oturduğum zaman - hep bunu söylemişimdir - beyaz kâğıt bana bakar, ben ona... Bu, beni çok heyecanlandıran bir şey. Biraz sonra orada bir şeyler olacak. O ihtimali düşünüyor olmak çok heyecanlandırıyor, onu yenmeniz lâzım. Yenemezseniz çizemezsiniz zaten. O yüzden bu heyecan şunu da getiriyor bir an evvel bu işten kurtulmak, yani bir an evvel başıma gelecek olan neyse çıksın, kurtulayım ki tekrar doğal hayata döneyim. Çünkü böyle bir çalışma doğal hayat değil, doğal hayat tembellik şeklinde olan, hepimizin yaptığı. Onun arasına böyle kısa kısa şeyler giriyor. Uzun girdiği zaman da insanlar çok büyük şikâyetler ediyorlar zaten."
Bir karikatür ne kadar zamanda oluşuyor?
"Onun da kesin bir yanıtı yok ne yazık ki, ama şöyle söyleyeyim: Eskiden çok farklıydı, belli bir dönem akşam yemeğinden sabaha kadar sürüyordu. Sabaha doğru beni memnun edecek bir iş çıkıyordu ve onu gazeteye götürmek zorundaydım. Ama şu sıralarda ve uzun süreden bu yana aşağı yukarı sabah 7'de kahvaltım bitmiş oluyor ve gazeteleri okumaya başlayarak demin söylediğim gibi doğal olmayan bir süreç başlıyor hayatımda. Ortalama 2 buçuk falan gibi, bazen 4 buçuğa sarkıyor, aşağı yukarı 7-8 saat. Bunun dışında gece yatıncaya kadar da böyle bir işle meşgul olan bir adam olarak okumak gibi, televizyonda dizi filmleri izlemek gibi şeyler yapıyorum... Çünkü, onlar içinde de gerçekten dört dörtlük işler var."
"Hazırlop mizahı sevmiyorum"
Tan Oral'ın mizah anlayışını karikatürlerinde yıllardır izliyoruz, ama bir de sizin sözcüklerinizle dinlesek...
"Genellikle çizdiklerime karikatür dense de denmese de benim karikatür olsun diye bir çabam, kuşkusuz var. Ama yaptığım, yapmaya çalıştığım bir esprinin, bir düşüncenin kâğıda tespiti değil, onun oluşmasına yardımcı olmak,
oluşmasına izin vermek. Yani kâğıdın üzerindeki çizgiyle ona 50 cm. mesafeden bakan adam arasında mizah oluşsun diye bir isteğim, çabam var. Bu, Kavuklu-Pişekâr gibi. Ben çanak tutuyorum çizgilerimle. Espriyi bakan yapmalı. Bir de hazırlop esprisini, mizahını yapıp her şeyi bitmiş bir şeyi yutturmaya çalışmak ağır geliyor bana. O yüzden çizdiklerim çizgi olarak da eksik oluyor, anlattığım şey de eksik, ama bir imkân tanımış oluyorum bakan kişiye. Diyeceksin ki bu oluyor mu ya da ne kadar oluyor, onu hiç bilmiyorum, ama çabam böyle."