Refik Durbaş: Nâmıdiğer Şair

65 yaşını süren usta edebiyatçı, sonbahara, başta şiir olmak üzere dört koldan 16-17 kitapla giriyor

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

"Güz erken geldi sen gelmedin / gelecektin ben sigarayı bırakacaktım / nikotin bantları yerine / yağmuru akıtacaktım damarlarıma / bir de intiharını ihtiyarlığımın / gençliğimin geçmiş baharlarını bir de... // Çocuklar körebe oynamak için yağmurla / gülüşleriyle donatacaklardı sokakları / kanatları gümüşten bir serçe / çocukların körebesi olacaktı // Ben uçurtması olacaktım serçelerin // Memelerinin billurdan gökkuşağı / gecelerimi kuşatacaktı / alnından öpecektim karanlığın / senin uzundan da uzun çığlığından / kirpiklerinin karasına sinmiş / kokundan ve korkundan bir de... // Ah! sana dokunmanın yangını / zemheride buza kesmiş sular misali / sana yorganı olmanın sevdanın / yak ucundan saçının en ince teline / öpmenin öpüşmenin koklaşmanın / dudaklarıyla öpecektim seni // Rüzgârın kollarıyla saracaktım / bedenime dar gelen bedenini... // Sen gelmedin güz erken geldi / gölgem pencere önlerinden / ara sokaklarına düştü karasevdanın // Kalbim hüzün ve kedere... // Gelişini bekliyorum şimdi / gidişini özlediğim gibi...  / Kara kuytusunda sevişmenin / şehvetiyle emziresin diye beni / kara urganıyla boğasın diye beni / kara karanlığında unutasın diye beni // Güz erken geldi sen gelmedin."

İşte, İstanbul'a da güz geliyor. Yapraklar sararmaya başladı. Şehrin çöpçüleri, dalından düşenleri süpürüyor durmaksızın. Hepimiz bekliyoruz gelecek olanları ve anlamaya çalışıyoruz gidenleri…

Bu "Haftanın Konuğu", yukarıdaki dizelerin yazarı. Ben ve birçoklarımız, kısaca ona "Şair" diyoruz. Türk edebiyatının usta isimlerinden birisi. Unutulmaz "Çırak Aranıyor" ve "Çaylar Şirketten" şiirlerinin yaratıcısı. Bugün, 65 yaşında, son dokuz ayda önemli hastalıklarla boğuştu. Geçtiğimiz Cumartesi sabahı, evlerinde, eşi Bilge'nin hazırladığı kahvaltıda buluştuk, özlem giderdik. Sohbetimizde, yılbaşına kadar 16-17 kitabının yayınlanacağını öğrenince Refik Durbaş'a ilk sorum, hangi kitaplar ki bunlar? olacaktı tabii ki… İşte yanıtı:

"Heyamola Yayınları gazetecilik hayatımda yazdığım bütün İstanbul kitaplarını - çıkmış olanlar dahil – ve bütün yazılarımı 7 kitap halinde topladı. Röportajlar, konserler, sergiler bölüm bölüm. Tiyatro, sanat yazıları ayrı, İstanbul'un çeşitli semtlerini anlatan yazılar ayrı… Bir Pazar gününün Fenerbahçe'si, Boğaz'ı, İstanbul hikâyeleri, Sevda Tepesi'nin öyküsü falan... Şimdi tashihlerini yapıyorum, yılbaşına doğru çıkacak. Her kitap 254 sayfa olacak…

Nesin Yayınları, çocuk kitaplarına başladı. Onlara bir Tevfik Fikret şiirleri seçkisi yaptım çocuklar için, bir de Mehmet Akif'ten yine çocuk şiirleri. İstanbul'un efsanelerini topladım: Kız Kulesi Efsanesi, Ayasofya Efsaneleri, Yenikapı'nın adının nasıl konulduğu falan… O da epey kalın bir kitap olacak. Eylül'de çıkacak. Bu arada, Muallim Naci'nin 'Ömer'in Çocukluğu' ve benim çocuklar için yazdığım şiir kitabımın ikinci baskıları da aynı yayınevinden basılacak.

Yazdığım şiirler, çocuk şiirleri dışında toplam 17-18 kitap, 500'er sayfalık 2 cilt halinde hazırlandı. 2. cildin sonuna da 1962-63 yıllarında yazdığım kitaplara girmeyen ilk şiirlerimden 8-10 tane koyduk. Kırmızı Yayınları'ndan çıkıyor. Belki, kendi sesimden şarkı sözü olmuş şiirlerimi de kitabın arkasında bir CD'de vereceğiz. O da dizildi, hazır.

Karaköy'deki bir ilaç firması müşterilerimize kitap hediye edelim, diye düşünmüş. Sahaflardan, benim İletişim Yayınları'ndan çıkan 'Galata Köprüsü' kitabını bulmuşlar, Karaköy'de oldukları için, onu verelim demişler, ama kitabın baskısı yok. Sonra 'biz bastıralım' dediler, ben de bu arada o kitabı yeniden yazdım. Şiirleri değiştirdim, Galata Köprüsü yerinden kalkmadan önce Can Yücel, Pınar Kür, ben köprüde yemek yemiştik, Kadınca Dergisi'nde çıkmıştı o yemeğin öyküsü, onları, köprünün tarihini falan da ekledim, hazır duruyor. Sanıyorum onu da Heyamola basacak. Çünkü, ilaç firması Karaköy'den taşındı ve vazgeçti kitaptan.

Bu arada 'Kalbim Dinamit Kuyusu', Ahmed Arif röportajım onun ölümünden sonra yazılan yazılarla birlikte daha önce yayınlanmıştı. Kitabı yeniden ele aldım Ahmed Arif'in 3 yazısını buldum, bana yazdığı mektuplar falan hepsi 250 sayfalık bir kitap olarak yine 'Kalbim Dinamit Kuyusu' diye Cumhuriyet Kitapları'ndan çıkacak."

Sevgili Şair, bunlar güzel de ben, senin yeni şiirlerini bekliyorum heyecanla. Yazıyor musun? Ne zaman kitaplaştırmayı düşünüyorsun?

"Yeni şiirler var kısa kısa. Bugün köşeme de koydum. Onları gazetede yayınlıyorum 'İnadına Şiir' diye… Köşemin en çok okunan yeri de orası, çünkü onu okuyanlar, kendi şiirlerini de gönderiyorlar 'biz de şiir yazıyoruz!' diye… Bu arada, Nesin Vakfı'na hazırladığım Evliya Çelebi hikâyeleri kitabı da geldi aklıma…"

Konuyu değiştirmeyelim lütfen. Şiirden konuşalım. Sen, defterlere yazarak çalışıyorsun biliyorum ve onları saklıyorsun. Bakma şansımız var mı?

"Sana 1960'ların başında yazdığım ilk şiirlerimi getireyim mi?"

Çok sevinirim, hatta örnekler okursan... (Refik Durbaş, çalışma odasına gidip bir tomar defterle geri dönüyor.)

"Çocuklar için yazdığım matrak şiirlerden birini okuyayım: 'Arkadaş' adı. 'Derenin kumu güneştir / bulut yağmura kardeştir / dağ dağa komşudur / bulut yoksa başında / dağ kimle konuşur / üç taş beş taş yedi taş / İzmir'de saat kulesi / İstanbul'da dikili taş / gökyüzünde yıldız çok / bu oyunda ebe yok / hadi olalım arkadaş.'

Bu yeni bir defter, ben şu alttaki eskileri merak ediyorum.

"Onları da göstereceğim. Şimdi, bu yenilerin çoğu yayınlanmadı. Diğer bir defterimde fıkraları şiir olarak yazdım. 10-15 tane oldular, bıraktım… Bir de bu defterim var, 'İnadına Şiir', kısa kısa şiirler… Burada da 50 tane falan oldular galiba, artık bir kitap olurlar… Bunları önce gazetede yayınlıyorum, sonra Turgay Fişekçi, 4'ünü 5'ini birden 'Sözcükler' dergisine koyuyor."

Bilgisayar kullanıyorsun ama...

"Evet. Bilgisayarda yazıyordum, sonra orada kayboldular. Ben, aklımda kalanları yazdım, ama ne kadar yazsan da - belki aynısı olmuştur, çünkü ben ezberlemem - insanın aklı orada kalıyor. Askerde de 100 tane şiir yazdım 'Siyah Bir Acıda' diye böyle bir deftere…

Gelelim eskileri... Mesela bu kaç yılının defteri... Bu şiirlerin çoğu kitaplarda yok, taaa 60'lardan kalan şiirler var aralarında… Bunun gibi 2-3 tane daha defter var. Mesela 'Oyunun Şiiri' 61'de yazmışım, şiir şeklinde bir tiyatro... Yalın Tolga tiyatro dersi veriyor, şahıslar, Çetin Ozanoğlu şair, Ayşe Dursun kız, Tansu Çil kadın, Taner Erbay ressam…"

Çok ev değiştirdiğini biliyorum, iyi ki kaybolmamışlar...

"Defterleri saklıyorum da kitaplar kayboldular."

Burada Bilge Durbaş söze karışıyor, "Evden taşınırken önce bunlar toplanıyor zaten."

Refik devam ediyor:

"Abuk sabuk şeyler, bak: 'Astra, nikotin, bulvar / gökyüzü istasyonda kendini unutan kadınındır', 'Sen benim mor karıncam / sesin çok içli bir şarkı / susayan dudaklarıma / nasıl gelip ıpıslak / göğüme demir atıyorsun.'

Bunlar 1963'te yazılmış ve yayınlanmamış, biraz değiştirip bugün bastırabilirsin...

"Yok canım… Onları okumuyorum bile…"

Refik Durbaş, defterlerindeki şiirlerin altını da imzalamış...

"İmza atmışım. 19 yaşındayım o zaman… Soma… Soma'daymışım bak 63'te."

Ama bunlar şiir değil, gerçek şiirin, şairin farkını nasıl anlıyoruz?

"Her duyguyu anlatmak şiir değil ki. Bu masayı sen de yaparsın, ben de yaparım, marangoz da. Ben, bir ayağını kısa yaparım, yine masa olur da eksik olur. Şiirde de böyle. O duyguları kesip biçeceksin, bir forma sokacaksın. O masayı iyi yapınca sanat devreye giriyor. Yoksa herkes duygularını anlatır. Aziz Nesin'e göre dünyanın en güzel şiiri iki kelimelik bir Eskimo şiiri, 'Ağlama, ölmeyeceğim'… Bunun içini doldurabilirsin, 'eve gitmeyeceğim', 'seni sevdim', 'böyle bırakıp gitme'…"

Bu arada, hazır olan yeni bir kitap daha aklına geliyor Şair'in.

"Bir de Pir Sultan'ın bütün şiirleri kitabı var. Kırmızı Yayınları'na verdim. 7 tane Pir Sultan var bilinen. Ayıkladım, bir düzene koydum. Bazı şiirler Pir Sultan diye yazılmış, bazıları Pir Sultan Abdal diye, onları toparladım bine yakın şiir oldu. Bu hazır. Karacaoğlan da hazır, vermedim daha. Bir de onu topladım."

Şair, 9 ayda 4 büyük hastalık yaşadın. Onlar, bedenine verdiği zararların ötesinde, ruhunda da etkiler yapmıştır bunlar. Biraz anlatabilir misin?

"Ben, 60 yaşında bir ruhsal bozukluk demeyeyim de, 'artık benim ömrüm bitiyor, galiba yapmak istediğim şeyleri yetiştiremeyeceğim' diye bir sıkıntı yaşamaya başlamıştım. Kafamda 65 yaşında libretto yazmak, uzun bir şiir yazmak vardı, yapamayacağımı düşünmüştüm. O geçti. Diyordum ki 'Ben hasta olmam, 80 yıl garantidir.' İçkiyi düzgün içiyorum, hayatımda hiçbir rahatsızlığım olmadı, kusmadım, hep dengeli içtim, yemek yerken fazla yemiyorum, içki içerken kimseye sataşmıyorum, kavga etmiyorum, bir şeyim yok.

Bir kanama oldu, sonra arka arkaya hepsi birden geldi, anlamadım ne olduğunu… Tam 'divertiküler kanama' geçiyordu, kalp sorunu çıktı birden, kalp biraz düzeliyordu, yaralar maralar başladı. Hastaneye giderken havada döndüm, basın kartım ikiye ayrıldı, kolum kırıldı. Birine muhtaç duruma geldim. Banyo yapamıyorsun, tuvalete gidemiyorsun, yazamıyorsun. Kolun böyle askıda duruyor. Arkadan ülser çıktı, peşinden de bu böbrek sorunu… Diğerleri pek etkilemedi beni, ama böbrek çok etkiledi. Bundan sonra hayatımın yarısı diyaliz merkezinde geçecek. Haftanın 3 günü gideceksin 4'er saat orada kitap okuyacaksın başka yapacak bir şey yok, yazı da yazamazsın kolunda borular varken.

Ama, o 60 yaşındaki ölüm duygusu hiç aklıma gelmiyor. 'Ben, diyorum diyalizle de olsa 20 yıl daha yaşarım.' Ama İzmir'e gidemeyeceğim, teyzemi göremeyeceğim, yurtdışına gidemeyeceğim. Diyaliz merkezi olan yerlere gidebilirim, ama 3 günlüğüne gitsem 1 günüm orada geçecek. Moralimi bozmuyorum, ama diyorum ki bundan sonra 20 sene ömrüm varsa 10 yılı artık yok. O 10 yılı defterden sil...

Eski solcuları sürgüne gönderirlerdi ya… Haftanın 2 günü gidip polise imza vereceksin derlerdi. Benim de şimdi nereye gitsem bir diyaliz merkezine gidip imza vermem gerekiyor. Ben, özgürlüğüme düşkün bir adamım, şairim, istediğimi yapmak isterim. Şimdi bu olduğu zaman, benim özgürlüğümü kısıtlamış oluyor. Ben artık kendi başıma bir adam değilim. Antalya'ya gittiğim zaman 'Bugün Kale'ye gidip tek başıma dolaşayım' diyemem. Mutlaka önce bir diyaliz merkezine gitmem lâzım. Anlatabildim mi?"

Şair, güzel bir şeylerle bitirelim...

"Sana iki dize: 'Tramvaya binelim / bu şiirden gidelim.' İsteyen şehirden de gidebilir…"

"Şiir, her biçimde yazılabilir"

Refik Durbaş'tan yeni nesil şairlerden söz etmesini istiyor ve soruyorum: Yeni şairler geliyor mu?

"Elbette geliyor. Biz, hep şunu anlıyoruz şiirden; ya manzume gibi olacak, mısra şiiri olacak, belli bir kalıbı bulunacak ya da daha önceleri aruz, hece vezni diyorduk… Şiir biçimsel olarak değişiyor. Resim gibi şiir yazıyorlar. Ben, o konuda bağnazlık göstermiyorum. Öyle de şiir olabilir, neden olmasın?! Bir sürü genç şair var."

Ama şiir kitapları çok az satıyor. Yalnız yazan bu şairler alsa, satışlarda patlama olur...

"Tabii şu da var iletişim çağında 3G çıktı, bilmem ne çıktı, şiir az okunuyor. Okuyan genç kesimin de ilgi alanları dağıldı. Şimdi bakıyorum oğlum Alican'ın arkadaşlarına sinema ile ilgileniyorlar, tiyatro, müzik ile ilgileniyorlar, herkesin kulağında MP3 çalar…"

MP3 çalardan şiir de dinleseler...

"Şimdi öyle bir çağ ki herkes konuşuyor, bir de kulağında birisi konuşacak, bunu istemiyor gençler, müzik dinliyorlar. 50 tane televizyon kanalı var, açıyorsun hepsinde vır vır vır konuşuluyor."

Yani şiir, gelecekte kalmayacak mı?

"Kalacak. şiir geleceğe neden kalmasın! Hiç radyo, televizyon, iletişim yokken şiir vardı, söz vardı. Ha, bizim yanılgımız şu; Rimbaud'nun kitabı da bestseller değildi ki, o da 18 yaşında şiir yazdığı zaman, kitabı 300 tane basıldı. Şiir hiçbir zaman çok okunan roman gibi bir tür değil ki. Ama Yunus Emre'yi her zaman okuyorsun. Yunus Emre hiçbir zaman Orhan Pamuk gibi çok satan biri olmadı, Karacaoğlan da öyle. Bunlar az satan, kulaktan kulağa okunan şiirler. Dün çok satıyordu da bugün durdu değil, şiir her zaman öyleydi. Salâh Birsel'in kitabı 'Dünya İşleri' 666 tane basılmış, çünkü 1 top kâğıttan 666 tane 30 sayfalık şiir kitabı çıkıyor. Onun da yarısını polis almış götürmüş, ben Yüksek Kaldırım'da buldum 1947'de çıkan 'Dünya İşleri'ni… Çok satsaydı şiir, Salâh Birsel şiirden para kazanan biri olurdu. Bir de şu var şiiri; herkes defterine yazıyor, orada kalıyor. Hangimiz yazmadık gençliğimizde okuldan ayrılırken 3'er mısra bir şeyler… 'Yelken açtı gençliğimiz', 'unutma beni', 'sepet sepet yumurta' bilmem ne… Herkesin böyle bir hatıra defteri vardır değil mi?"

Önceleri hikâye yazdı...

Refik Durbaş'la söyleşimize, onun yazmaya, okumaya tutku duymaya başladığı yıllara giderek devam ediyoruz. Çıkış noktamız, bugün, şiirin yeterince okunmaması:

"Ben, bu yıl bütün jürilerden istifa ettim, Ceyhun Atuf Kansu kaldı sadece. Cemal Süreya Şiir Ödülü'ndeydim, Melih Cevdet'te, Orhan Kemal'de jüriydim. Her yarışmaya dosyayla 100'e yakın kitap geliyor. Adamın Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü'ne yazdığı şiirden anlıyorsun ki bırak Cemal Süreya'yı, Orhan Veli'yi, Yahya Kemal'i, Kansu'nun bir tek şiirini okumamış. Zaten o yarışmaya katılanlar birer şiir kitabı okusalar, şiir kitapları satar. Terzi söküğünü dikemez gibi bir şey. Ben, bazı gençlerle konuştum dikkatimi çekti 'okursam etkisi altında kalırım' diyorlar. Okumuyorlar.

Ben, şiire başlarken hiçbir şairi bilmiyordum. Şiirin ne olduğunu bilmiyordum. Önce hikâye yazıyordum. İsmet Kültür diye bir lise hocam vardı, lise 1'de 'Nihat Sami'nin kitaplarını falan kaldırın' dedi. Cebinden 'Sokrat'ın Savunması'nı çıkardı, 'Dünya klasiklerini okuyacağız' dedi. 2 ders sonra 'Ben size Nedim'i, Fuzuli'yi sormayacağım. Herkes mahallede başından geçenleri kompozisyon olarak yazsın' dedi. Bizi kütüphaneye götürüyordu, kendisi de kapıda sigara içiyordu. Ben, hikâye yazmaya başladım. Böyle defterlere 10'ar sayfa yazıyordum. Ve hikâyemi Çocuk Haftası Dergisi'ne gönderdim, hikâye bir çıktı şu kadarcık 10 santimetre bir şey. Halbuki 10 sayfa yazmışım ben deftere. 'Ben bunu şiir olarak yazsam da bu kadar yer tutar' dedim başladım şiir yazmaya, hikâye yazmayı bıraktım.

Bu arada, komşu kızı Güher'de vardı, onda gördüm, Attilâ İlhan'ın bir şiirini okudum: 'Yağmur Kaçağı', 'dedim bu ne biçim şey' ertesi gün okuldan çıktım, Kemeraltı'nda gezerken İzmir'de bir baktım vitrinde duruyor kitapçıda. Biraz kasap kâğıdı dedikleri kâğıtlara benzeyen bir kâğıda basılmış. 'Yağmur Kaçağı'nı aldım, baktım ki şiir, bambaşka bir şey… Benim yazdıklarım, kitaptakilere hiç benzemiyor. Ondan sonra ben de yazmışım 'Gilda Sokağı'nı, 'Sisler Bulvarı' gibi… Bütün şiirler Attilâ İlhan'ınkilere benziyor. Sonra durmadan şiir okudum. Türkoloji'ye gelmemin faydası da oldu. Eski yazıdan Yunus Emreler, Karacaoğlanlar okudum."