Dünyası yazın kadar sınırsız

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu Tahsin Yücel

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

Bu “haftanın konuğu”, 1955 yılında henüz 22 yaşındayken “Haney Yaşamalı” adlı bir öykü kitabı yayınlamış ve bu yapıtıyla 1956 Yılı Sait Faik Hikâye Armağanı’nı almış bir isim. Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü, Azra Erhat ‘Çeviri Üstün Hizmet Ödülü’, Orhan Kemal Roman Armağanı, Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü, DÜNYA Kitap Yılın Kitabı Ödülü, DÜNYA Kitap Yılın Çeviri Kitabı Ödülü, Ömer Asım Aksoy Ödülü, Balkanika Ödülü, Mersin Kenti Edebiyat Ödülü, Fransız Hükümeti Palmes Académiques nişanı Commandeur derecesi sahibi... O, aynı zamanda bir biliminsanı; Fransızca yazdığı dil kitapları yurtdışında yayınlanan dünya çapında bir dilbilimci, göstergebilimci; dünya ölçeğinde bir öykücü, romancı ve denemeci; eleştirmen ve çevirmen... Ve İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde binlerce öğrenci yetiştirmiş bir öğretim üyesi. Dokuz yıldır emekli! Yüz yirminin üzerinde roman, öykü, çeviri, deneme, araştırma, inceleme kitabı var… Ve çalışmaya, daima, daima devam ediyor... Yani dünyası yazın kadar sınırsız... Tabii, hep mütevazı:

“Ufak tefek, birtakım çalışmalarım var. Değişik dergilerde, gazetelerde yayınlanmış denemelerimi bir kitapta topladım. Yazın, günün olayları, çeşitli kişisel, toplumsal sorunlar üzerine bir kitap oldu. Yazında olsun, toplumda olsun biraz güncel olayları da söz konusu ettiği için ismi, ‘Gün Ne Günü?’ olacak ve Can Yayınları’ndan çıkacak...”

Heyecanla bekleyeceğiz, ama tezgâhta yeni bir roman var mı? Onu da merak ediyoruz...

“Yeni bir roman yazıyorum, ama emin değilim roman olur mu olmaz mı diye... Gerçi sonlarına da yaklaştım...”

Adı belli mi?

“Adını tam kararlaştıramadım. Benim bir küçük torun var ‘dede buna nasıl bir ad koyalım?’ diye birtakım adlar önerip duruyor. ‘Kitaplar Kitabı’ olabilir mi diye düşünüyorum.”

Kaç sayfa olacak, aslında konusu, geniş bir biçimde ele almaya çok elverişli.

“Çok kalın değil, iki yüz sayfa dolayında bir kitap olur. Genişletilebilir, ama böyle bir konuyu fazla yaymamakta yarar var diye düşünüyorum. Meselâ kahramanın oğullarının da yaşamları var, bu eski bir aile. Soyadları Harici... Bir paşa, hariciye vekili olmuş padişahlık döneminde ama hep dahiliye ile uğraşmış! Kandilli’de, sırtlarda geniş bir alanı satın almış.”

Hiciv elbette var

Tabii Tahsin Yücel’in ünlü hicivleri muhakkak vardır bu kitapta da...

“Ufak tefek hicivler var, acıtmayacak...”

Biz, sizden yeni öyküler de bekliyoruz...

“Öykü yok, şu sıralarda. Fakülteden emekli olalı dokuz yıl oldu, 2000’de emekliye ayrıldım. Çevirmenlikten kendimi emekli edeli de epeyi oluyor. Şimdi sıra bu roman, öykü, denemeye geliyor herhalde yavaş yavaş...”

Yani ben burada, onlardan da emekli olacağım anlamını değil, bunlara yoğunlaşacak zamanım daha fazla kaldığından onlarla ilgileneceğim anlamını çıkarıyorum...

“Öyle olacak herhalde, ama bellek zayıflıyor. ‘Yalan’ gibi bir roman yazamam artık diyorum kendi kendime. Yaşın elbette bir etkisi var, şimdilerde hep not tutuyorum. Şimdi akşam diyelim yattım, aklıma bir konu geliyor, romanla ilgili bir ayrıntı, onu o anda kalkıp yahut başucumda bir kalem bulundurup yazmazsam, ertesi gün aklıma bir şeyin geldiğini anımsıyorum, ama o düşündüğüm neydi? Bu, yaşın etkisi, başka hiçbir şey değil. Eskiden böyle olmazdı, şimdi hep böyle.”

Aman Tahsin Bey, siz beni görseniz... Neleri unutuyorum, karıştırıyorum neleri...

“Bilmiyorum. Sen de beni cesaretlendirmek için söylüyorsun. İsimleri meselâ çok unutuyorum.”

Tahsin Yücel, çok sokağa çıkan, gezen bir isim değil. Genellikle evinde geçiriyor zamanını. Yoğun bir biçimde çalışıyor. Ama yarattığı konular... Yalnızca gazetelerden, televizyonlardan beslenmenin çok ötesinde büyük bir gözlem, değerlendirme gücünün ürünleri...

“Bilemiyorum, o senin bakışın... Elbette insanın okuduklarının etkisi de var. Başkalarının kitaplarını okuyoruz ve onlardan çok şeyler, belli yaklaşımlar öğreniyoruz.

Bir başka özellik, - bizim toplumun özelliği - en olmayacak şeylerle karşılaşıyorsunuz. Başka bir yerde yazsanız olmaz böyle şey, denilecek şeyler, burada gayet sıradan...”

Öğretim üyeliği, çevirmenlik yazarlığını nasıl etkiledi Tahsin Yücel’in, olumlu, olumsuz yönlerini öğrensek...

“Yok, öğretim üyeliği demeyelim de buna üniversitede çalışmak, diyelim. Dil ile edebiyat ile uğraşmak bir yerde bütünleyici rol oynuyor. Bir şansım da bu konuda iyi hocalarımızın olması idi. Herkes için geçerli değil bu. Her üniversitede, her dönemde geçerli olmuyor. Hocalarımız Süheyla Bayrav, Nesteren Dirvana, Adnan Benk’ti... Üçü de dünyamızdan ayrıldı. Ondan sonra Greimas’ın, göstergebilimin kurucusu olan kişinin asistanı oldum. Göstergebilim konusunda Türkiye’de ve dünyada ilk dersleri o verdi. O yıllarda asistanı bendim ve ilişkilerimiz devam etti. Edebiyat üzerine incelemeler filan... Bilim olsun, edebiyat olsun bir düzen işi. Düzgün bir kurgu yapabilmek, düzgün gözlemlerde bulunmak, bir şeylere yalnızca edebiyatçı olarak bakmak değil, bu türlü verilerden de yararlanmakla mümkün - üstelik bunlar edebiyata çok yakın - insanı bunlar zenginleştiriyor diyebilirim.

Çevirmenlik elbette zaman aldı ve çok çeviri yaptım, biliyorsun. Aynı sayıda yapmış olan başkaları da vardır belki, ama devamlı çevirmek zor bir şey, kolay değil. Hem zaman, hem yorgunluk açılarından. Ama yine dil ile uğraşmış oluyorsun. Öyle mi demeli, böyle mi demeli, bu en iyi nasıl söylenir gibi.

Çevirmek, okumaktan daha ileri bir evre. Okuyup geçersiniz iki günde. Diyelim ki Balzac’ın bir romanını okumak isterseniz iki günde bitirirsiniz. Bir fikriniz de olur. Beğenirsiniz, bir şeyler de katar muhakkak size. Ama çevirince bu süreç, 3 ay ile 6 ay, 1 yıl arasında bir zamanınızı alır, bütün ayrıntılarına inmeniz gerekir. O da bir şeyler öğretir. Siz de öykücü, romancı iseniz - Balzac’ı, Stendhal’ı, çağdaş yazarlardan Gide’i - çevirerek ister istemez öğreniyorsunuz, yetiştiriyor bunlar insanı. İkinci bir yararı da şudur denilebilir; her aklına geleni hemen yazayım diye oturmuyorsun çalışma masana. Zaman sınırlı, ister istemez daha az yazıyorsun, daha az yazınca daha seçmeci oluyorsun. İyimser açıdan bakmak gerekirse çevirinin bu özelliği, getirisi, kazancı da söz konusu edilebilir.”

Bir sözünüz var, “eşim, beni ensemden hatırlayacak falan gibi...” Sizin yoğun çalışma temponuzu belki de en iyi anlatan...

“Yok, onu ben demedim, kendisi söyledi. Tanrı ayırmasın; bir gün ayırırsa Tanrı bizi - bu ölümle olabilir - ‘ben seni daha çok ensenden hatırlayacağım’ dedi. O da doğru. Dar bir oda çalışma mekânım. Pencereye dönük oturuyorum, kapıdan bakınca yalnızca ensem görünüyor.”

Burada söze Gülçin Yücel de katılıyor ve “Çalışmayınca da oturuyorsun” diyor... Gülüşüyoruz... Eee yüz yirminin üzerinde kitap, dile kolay...

“Çeviriler filan biraz da yaşamın zorlamasıyla, gereksinimle oldu. O kadar yapmaya da bilirdim.”

Tatilde de çalışıyor

Siz, disiplinle çalışan bir yazarsınız. Tatillerinizi Bodrum’da geçiriyorsunuz, çalışmalar orada da sürüyor mu?

“Denize gidiyoruz filan, ama yine çalışıyorum. Bilgisayarı götürüyoruz, götürünce de çalışıyorum. Herhalde bu küçük romanı da umarım orada bitiririm. Sordular da Can’dan ‘Tüyap Kitap Fuarı’na yetişir mi?’ diye... ‘Ya yetiştiremezsem? Programa konulmasın’ dedim, ama çok fazla da kalmadı, kısa bir roman olacak, yetişebilir de...”

Bütün uğraşlarınız içinde en çok tercih ettikleriniz hangileri?

“Tercih etmek biraz zor gibi geliyor bana, ama öncelikle roman, öykü...”

Denemeyi de isteyerek yazıyorsunuz.

“Evet, kimse zorlamıyor. Olabilir. Denemenin başlıca özelliklerinden bu. Çok güzel bir noktaya değindin. Roman, hayal edilmiş bir şey. ‘Böyle bir şey yazmış bu adam’ derler, ama denemede ‘Hah ya şunu söylemek gerekirdi’ gibi bir yön var. Bazen de her şeyi romanla, öyküyle anlatamazsın, doğrudan da birtakım şeyleri söylemek gerekir. Gazetede yazmak da öyle. Bir yere yazıp içini boşaltıyorsun.

Şimdi sokakta yürüyorsun örneğin, hiç kalabalık da olmadığı halde biri öyle bir çarpıyor ki, zor duruyorsun düşmemek için. Hatta geçen gün Beyoğlu’nda gidiyorum, iki kişi durmuş konuşuyor, adamın biri de arkalarından geçiyordu, onlardan biri kollarını aniden açınca, geçen adamın şapkası havalandı. Örneğin böyle bir şeyden rahatsız oluyorsun, yazıyorsun.”

Tahsin Yücel, yeni romanını anlatıyor...

Tahsin Yücel, bitirmeye çok yaklaştığı yeni romanında neler anlatıyor?

“Hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu, bir paşazade diyelim, Sorbonne’da felsefe okuyor. Çok başarılı olarak da dönüyor. Ve Kandilli’deki köşküne kapanıyor denize karşı. Bu arada evleniyor, çocukları da oluyor, ama hiç çalışmıyor ve bir kitap yazmakta. Çok hacimli bir kitap bu; 23 bin bilmem kaç sayfalık, büyük boy bir kitap. Roman, o kitabın öyküsü...

Üç kişinin de bu kitap üzerine günlüğü var. Eşinin, onun içeriği hakkında fazla bir bilgisi yok, tek bildiği kocasının bir kitap yazdığı... Ama o da anlatıyor. Oğullarından biri de ve en küçük oğlunun oğlu, yani torunu da...

Adam, sonunda tek bir kitap bastırıyor. Güzel bir apartman dairesini satarak çok özel bir kâğıda, özel bir ciltle tek bir nüsha. ‘Bana o lâzım’ diyor. Bir süre sonra da ölüyor. Aile, en lüks kâğıttan, olağanüstü bir baskısı olan bu kitabı saklıyor. Karısı da onun için çok güzel, özel bir dolap yaptırıyor. Camekânın içinde, ışık altında duruyor kitap. Ancak, hiç kimse bu kitabı sonuna kadar okuyamıyor.

Aslında adam kitapta, birtakım parçaları birbirine eklemiş. Hangi mantığa göre olduğunu pek kimse çıkaramıyor. Bazen iki üç sayfa sonra üslûp değişiyor, ama hangi mantığa göre?! Çünkü, kimse baştan sona okuyamıyor kitabı. Torun ‘Bunda bir şey olmalı’ diyor. Daha öncekilerin yanlış değerlendirdiklerini fark ediyor, ‘Bu kitapta bir şey olmalı’. İçinde, acaba kendi yazdığı bir şey yok mu? diye araştırmaya başlıyor. Çünkü anlamışlar ki başkalarından alıntılardan oluşuyor kitap. Bu durum da şöyle anlaşılıyor: Torunun bir arkadaşı gazete çıkarıyor, torun da o kitaptan parçalar seçip arkadaşına veriyor. Bu parçalar, o gazetede yayınlanıyor takma bir adla. Ancak, bir başka gazetede ‘O yazı Marx’ın ‘Das Kapital’inin şu sayfasından alınmıştır, yani çalıntıdır’ haberi yayınlanıyor. O arada aile karşı çıkıyor bu habere - buna pek karşı çıkılmaz ama -. Bu arada, bir-iki örnek daha bulunuyor çalınmış. Bunun üzerine torun, eşiyle birlikte kitabı araştırmaya karar veriyor. Torunun eşi, ‘o kadar kalın kitapta nasıl arayacaksın?’ diyor. Bir Fransız yazarın romanından alınmış, para üzerine bir yazı buluyorlar örneğin. Yavaş yavaş birçok çeviriyi de ortaya çıkarıyorlar. Kendisine ait bir yazı var mı kitapta? İyi bir çevirmen olduğu kesin, ama kendisi de bir şey yazmış mı bunu saptayabilmek için hepsinin kaynağını bulmak lâzım...”

İsterseniz buradan sonrasını anlatmayın, okuyucular kitaptan öğrensinler...

“Bazen de diyorum ki böyle bir roman kimseyi ilgilendirir mi? Bu arada, ailenin de öyküsü anlatılıyor. Eşim Gülçin’e bile tam olarak söz etmedim. Burada ilk kez bu kadar ayrıntılı anlatıyorum kitabı.”

Ülkesine hep duyarlı, hep sorumlu

Tahsin Yücel, aydın sorumluluğunu benimsemiş, politik olaylara son derece duyarlı... Kitaplarında, denemelerinde bunların derin izlerini görmek mümkün...

“Emekli olsak, kenara çekilmiş bulunsak da şöyle diyelim, aslında bütün yurttaşlara devlet politikası şu ya da bu şekilde dokunuyor. Diyelim ki iktidarın beslediği basın... Okumuyorum ben bu tür yayınları, ama yine de böyle bir basının olmasından rahatsız oluyorsunuz. Kendi ülkeniz bu... Kendi ülkenizde böyle bir şeyi görmek birçok açıdan rahatsız edici.

Daha önceki dönemlerde, benim çocukluk yıllarımda meselâ, aydınları rahatsız eden sorunlar belki çoktu, ama başka türlü bir toplum anlayışı vardı ve bu anlayışa ben çok şey borçluyum. İlkokulu bitirdiğim zaman ben, hep söylerim, bir de ortaokul vardı bizim kasabada, onu da okurdum ve sonra kalırdım. Ben bir yaşındayken babam ölmüş. Beşinci sınıfı bitirdim, bir parasız yatılı sınavına girdim, birdenbire kendimi Galatasaray Lisesi’nde buldum. Bu, unutulur bir şey değil, yani her şeyiniz değişiyor. Bu, yalnız benim gibi birinin değil, binlerce insanın şansı oldu. Tam sayfa kazanan listeleri yayınlarlardı gazeteciler parasız yatılı sınavlarında...

Şimdi, okulları kapatıyorlar, ‘bu binalar çok güzel, tarihi, sanat eseri, bunu satalım’ diyorlar. Bunu, bizim yöneticilerimiz söylüyor. Çok fena oluyor insan. Bana kişisel olarak bir zararı olacak değil, ama ben her şeyimle bu ülkeye bağlıyım. Bu bağlılığımı da hep gösterdim. Bir ara 12 Eylül müydü, 12 Mart mı, o dönemlerden birinde Hollanda’da Groningen Üniversitesi’nin bir ilanı vardı, ben de başvurdum. Sonra çağırdılar beni görüşmek için, ‘İki yıl kalırım’ dedim. ‘Biz, iki yıldır atayacağımız adamı arıyoruz, temelli istiyoruz’ dediler. Öyle de bir istiyorlardı ki... ‘Ev kiraları’ filan demiştim ben, ‘Ev kirası ne demek, hemen güzel bir ev alırsınız’ demişlerdi. Herhalde taksitle falan olacaktı, ama çok rahat. ‘Konumunuz bölüm başkanından hemen sonra olacak’ demişlerdi. Ben, ‘üniversitemden ancak iki yıl izin alırım, öyle gelirim’ dedim. Çünkü ben bu memleketle varım biraz da. Ama birden aydınların dışlandığını, içeri alındığını görüyorsunuz fol yok yumurta yokken, o da insana acı geliyor.”