”Diyarbakır, kendini kurtaran şehir”
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Adnan Binyazar
"Geçtiğimiz hafta açılan ilk kitap fuarı nedeniyle konuk olduğumuz Diyarbakır'da "1934 yılında, Mart ayının yedinci günü, sabaha karşı; baharın eli kulağında"yken doğmuş Adnan Binyazar. Hayatını anlattığı "Masalını Yitiren Dev"de dile getiriyor o günleri… Ben, Diyarbakır'da yaptığım bu söyleşide 76 yıl sonra, bugünkü kenti, kitap fuarını, uzun yıllar yaşadığı Almanya'yı konuşmak istiyorum Adnan Binyazar'la. Anlatmaya şöyle başlıyor:
"Diyarbakır benim doğduğum yer. Doğum yurdum diyorum ona, çünkü esas kökenim Erzincan'ın Kemaliye kazası. Babam oralı, annem Elazığ'ın Ağın ilçesinden… Ama Diyarbakır'a şükran borçluyum, çünkü bana sahip çıkıyor. Türkçe'de bir laf var insanın doğduğu yer değil, doyduğu yer vatanıdır diye… Ben, hem doğduğum hem doyduğum yeri buldum Diyarbakır'da. Bir insana bir kentin sorumluları değer veriyor ona sahip çıkıyorlarsa bu aynı anlama geliyor. Bizim doyumumuz, tabii manevi bir doyum, onu açıklamaya gerek yok."
Fuardan memnun musunuz?
"Fuar nedeniyle kentte konferanslar düzenleniyor, gösteriler yapılıyor, bunlar çok önemli. Artık bir şarkı toplumu olmaktan çıkmalıyız, düşünce üreten bir toplum olmak zorundayız. Anımsıyorum bir vitrinde tesadüfen bir masal, halk hikâyesi kitabını görüp aldıktan sonra okumayı sevmeye başlamıştım. Birer vesiledir bazı şeyler kitap okumaya.
Buradaki fuar fevkalade iyi düzenlenmiş, hemen hemen hiçbir sıkıntısı olmayan bir etkinlik. Ayrıca diğer kentlerdekine göre az değildi katılım. Belki çok yoğun sayılmazdı, ama kalabalık olduğu saatler oldu ve bu beni çok mutlu etti. Çok farklı bir izlenim edindim: Örneğin İstanbul yahut İzmir'deki fuarlara gelenler bazen orayı bir gezi yeri gibi de düşünebiliyorlar. Öğrencileri alıp getiriyor öğretmenler, ellerinde hemen hemen hiç kitap görmüyorsunuz; broşürler, dağıtılan ilan kâğıtları falan yalnızca... Çok ilginç bir şey, fuara okuyan, yani kitabı arayan insanlar geliyor ve büyük bir teşekkür duygusu içinde âdeta 'iyi ki buraya geldiniz de her şeyi elimizin altında bulabiliyoruz' düşüncesindeler. Çünkü Diyarbakır'da kitapçı sayısı o kadar yoğun değil. Yok değil tabii. Diyarbakır bir kültür merkezi, en yoku bile var sayılabilir."
Kitap bir düşünce şenliğidir...
Fuarın afişlerine kentin her bir köşesinde rastlıyoruz. Diyarbakırlılar, kitap konuşuyorlar günlerdir...
"Kitap, bir düşünce şenliğidir aslında. Şenlik demek iki-üç kişiyi sahneye çıkarıp ne oynatmak, ne onlara şarkı söyletmek. Bunun da yeri var, küçümsediğimden değil, küçümsemiyorum, ama bütün beynimizi şarkıyla, türküyle doldurmanın hiçbir anlamı yok. Bu yüzden insanlar kitabın bir varlık olduğunu duyumsayamıyorlar.
Ama burada bir gösteri gördüm 8-10 yaşındaki çocuklar yerel oyunları sergiliyorlardı. Hayatımda - çok içtenlikle söylüyorum - o çocukların oyunundan aldığım zevki hiçbir şeyden almadım. Çünkü, sırf oynamak için çıkmamışlardı, o kültürü yansıtıyorlardı, fevkalade bir hazırlık yapılmıştı, çocukların yüz ifadeleri, duruşları… Fuara, üniversite, doktora öğrencileri de geldi. İnsan ne kadar duygulanıyor, yüzlerinde bir aydınlık ışığı, bilgi ışığı vardı hep… Bunlar insanı umutlandırıyor. Ben, bir toplumu bilgiden başka bir şeyin kurtaracağına inanmıyorum."
En son ne zaman gelmiştiniz Diyarbakır'a? O günden bugüne neler değişmiş?
"3 sene önce buradaydım. Bu fuar bana şunu öğretti, Diyarbakır kendi meselesini halletmiş büyük ölçüde. Bu sabah 6 buçukta kalktım, gittim doğduğum yerleri gördüm. Doğduğum yerlerde kalanları, çocuklarını, torunlarını. Onlarla konuştum, bir canlı kültürü içmiş kadar mutlu oldum.
Şunu gördüm; Diyarbakırlı meselenin tamamen bir ekonomik kalkınma işi olduğunu, Diyarbakır'ı kültürle, sanayi ile, işle, fabrikalarla donatmak olduğunu idrak etmiş. Ve millet en eski kültürü de çok güzel muhafaza ediyor. Meselâ hırdavatçılar çarşısına gittiğiniz zaman hırdavatın belki 200 sene önceki örnekleri ile karşılaşıyoruz. Bu güzel bir şey, çünkü hepimiz eskinin yenisiyiz, biz de yarın eskiyeceğiz, bu eskinin de bir yenisi olacak.
Diyarbakır insanında söz edilen gerilimi görmemek beni umutlandırdı. Çünkü açıkçası Diyarbakır biraz şöyledir, böyledir diye birtakım laflar ediliyor. Bu lafların ötesinde bir kültür kenti olarak algılanması gerekiyor artık. Bir konuşma yaptık fuarda. Orada dedim ki: 'Diyarbakır bir sırdır.' Diyarbakır'ın sırrı şu: Bin türlü kültürün doğduğu bir yer. O kültürlerin hepsinden bir bireşime varmak çok kolay değil. O bakımdan Diyarbakır, Türkiye'nin en büyük kültür hazinesidir ve Diyarbakır ürer. Bakıyorsunuz bütün kültür veren şeylerden yoksun olmasına rağmen olağanüstü yetenekli insanlar çıkıyor, bu bir tesadüf değil. Yine köklü bir kültürden beslenmenin etkisidir. İşte bu fuarda ben bunu çok somut olarak gördüm ve kesinlikle inanıyorum ki fuar, büyük bir aydınlık getirmiştir Diyarbakır'a.
3 sene sonra yeniden geldim bu kente ve bir kötümserlik görmedim. Hatta bırakın kötümserliği özellikle gençlerin yüzünde bir mutluluk aydınlanması hissettim. İnanın buradan çok mutlu ayrılacağım."
Yani Diyarbakır'ın olumlu anlamda hızlı bir gelişim ve değişim içinde olduğunu gözlemlediniz…
"Olumlunun olumlusu, olumlunun olumlusu… Hatta şöyle diyebilirim: 'Diyarbakır, kendini kurtaran şehir.' Ben şuna inanırım: Kentler insan gibidir. İnsan, kendi içinde kendini var etmeden, onun bunun desteği ile varolacağına inanıyorsa bir kişilik eksikliği var demektir, değil mi? Kent de öyledir, kent oradan buradan yardım alacağına kendi potansiyeli ile kendini var ediyorsa o kenti alkışlamak gerekir. Diyarbakır'da bunu gördüm ben, bütün içtenliğimle söylüyorum…"
Toprağıyla varolan biri...
Almanya'da nerede yaşıyorsunuz?
"Berlin'de, ama daha çok İstanbul'dayım. Berlin'e bir, bir buçuk aylığına gidip dönüyorum."
20 seneye yakın kaldıktan sonra bu kopuş?!
"Çünkü ben, yurtdışı tipi bir insan değilim, toprağımla var olan biriyim. Almanya'da belki daha rahat, düzenli bir hayat var, ama benim tercihim oradan yana olmuyor. Ben bunu yapabiliyorum, ama burada tercih olanağı olmayan milyonlarca insan var, benim yerim onların yanı… Bugün düşünün sabah 6'da kalkıp Diyarbakır'ın en yoksul kesiminin yaşadığı yerlere gidilir mi? Orası çekiyor beni. Toprak çeker diye bir laf vardır, bunu ölüm için kullanırlar, ama ben dirim için daha geçerli buluyorum, çünkü hakikaten toprak çekiyor. Meselâ bu sabah, adamın biri oturuyordu, 85 yaşında, bana bir çay ısmarladı ve ben 60 yıldır öyle bir çay içmedim, o başka bir şeydi. Avuç içi kadar bir dükkândı, teker teker insanlar geldi, birdenbire yokluktan insan varlığı doğdu, birisi bir şey söyledi, birisi espri yaptı. Ben, sanki 60 seneyi yaşamamışım, birdenbire küt diye 15 yaşında oldum. İşte bu nedenlerle Almanya'ya intibak etmiş bir insan değilim. Hatta Berlin'de yaşadığım yıllarda da yazılarım Türkiye'de yayınlandı. Âdeta Berlin'de yaşayan bir Türk yazar, konuk yazar gibiydim."
Kültür potansiyeli
Yine de o kadar sene kaldığınıza göre, uyum sağladınız...
"Dışarıya uyumda büyük bir zorluk çekmiyorum, çünkü okuduğum kitaplarla aşağı yukarı o toplumun oluşturduğu kültür potansiyelinin içinde bulunuyorum bir bakıma. Orada da benim çok bağlantılarım, konuşmalarım oldu, ama ben bunları sadece bir etkinlik olarak değerlendirebilirim."
Dicle Köy Enstitüsü'nü, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdiniz. Çorum ve Maraş İlköğretmen okullarında, Hacettepe Üniversitesi Temel Bilimler Yüksek Okulu'nda, Gazi Eğitim Enstitüsü'nde, Şentepe Lisesi'nde, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Basın Yayın Yüksekokulu'nda öğretmenlik yaptınız. Türk Tarih Kurumu'nda çalıştınız. 1978'de Kültür Bakanlığı Tanıtma ve Yayınlar Dairesi Başkanlığı'na getirildiniz. Bu görevi sırasında Ulusal Kültür ve Çeviri dergilerinin sorumlu yönetmeniydiniz; Türk Dil Kurumu Yayın Kolu Başkanlığına seçildiniz. Ve 1981'de Berlin'e gittiniz, neden?
"Beni herkes siyasal yönden Almanya'ya kapağı attı gibi algılar, hiç ilgisi yok. Berlin Eğitim Senatosu, Türk çocukları için ders kitapları yazdırtmak istiyordu. Benim de bunu yapabileceğim konusunda bir kanı vardı, davet ettiler, o davet üzerine gittim."
Ortaya altı ciltlik Türkçe/Dil ve Okuma Kitabı ve bu çalışmalara yönelik bir Öğretmen Kılavuzu çıktı. Gymnasium'ların ilk ve ikinci aşamaları için Türkçe Müfredat Programı hazırlama kurullarına başkanlık yaptınız, İsveç ve İsviçre'de öğretmen yetiştirme, Hollanda'da kitap yazma projelerinde görev aldınız.
"Orada 6 ders kitabı yazdım 6. sınıfa kadar. Ondan sonra 10-11 ve 12. düzeyde kitaplar yazdık. Bunların öğretmen kılavuzlarını ve çalışma defterlerini yazdık... Alman hükümeti milyonlarca para verip o kitapları bastırdı. Sonra, o zaman Türkiye'deki siyasal irade bu kitapları, Almanya'da yasaklattı. Birtakım siyasal sebepleri var, burada söylemenin bir anlamı yok, ama bir gün inşallah bunlar da anlatılacak."
Alman disiplini
Sizin yapıtlarınıza, Almanya da pek girmedi değil mi? Hep doğduğunuz ülkenin insanlarını yazdınız?
"Dediğiniz doğru. Ben, Almanya'da kendini var eden bir insan gibi olamadım, o kültürün içinde de olamadım. Bu arada gece gündüz o kitapların yazılması gerekiyordu. Almanya'da bazı disiplinler ediniyorsunuz. Çünkü insanın bir kendi öğrendikleri, bir de toplumun öğrettikleri ve dayattıkları var, onlar insana belli bir kimlik kazandırıyor…
O disiplinlerden memnunsunuz?
"Çok memnunum, çünkü Almanya'da her şey disiplin içindir. Bir şey yapacak adam yapmadan önce 500 defa düşünür. Aklına gelir, ondan sonra düşünür. Anlattım, bir dilekçeye bu kadar emek veren bir insan bir edebiyat eserine kim bilir ne kadar emek verir. Almanya'nın bürokrat düzeyine yansıyan bu durumu bir sanatçıya nasıl yansır düşünün... Thomas Mann'ı okuduğunuz zaman anlıyorsunuz."
Diyarbakır, kültür kaynağım...
Yine isterseniz Diyarbakır'la bağlayalım sohbetimizi, kitabınız da "yazıp da okuyamadığım şiir" dediğiniz kentle.
"Benim bütün kültür kaynağım Diyarbakır. Burada doğdum, 6 yaşına kadar burada kaldım. O yaşa kadar insanların belli bir kişilik oluşumu gerçekleşiyor. Bir de o zaman şanssızlık olan şey benim çok büyük şansım oldu. Mazgana dedikleri, zamanında Ermenilerin yaşadığı büyük bir avlu, o avluya açılan 8-10 kapı... Bu kapıların çoğu evler, odacıklar, o odacıkların çoğu da penceresizdirler. Hatırladığıma göre bizim sırada sadece bir tek evin, o da demir değil, tellerle çevrili bir penceresi vardı. Ve orada biz babam, babamın kaynanası, kayınbabası, iki baldızı, bir kayınbiraderi, ben ve bazen de konuk gelirdi 8 kişi aynı odada yattık. Ter içinde kalıyorsunuz... Diyarbakır sıcağında penceresiz evde yatmak ne demektir biliyor musunuz siz? Ben, fırlar dama çıkardım ve oturduğumuz ev, geneleve bitişikti… Belki hayatımın tek şenliği oydu. Kavgaları, müzikleri en başta… Şimdi ben Beethoven'dan zevk alan bir adamım, Bach'ı, Mozart'ı falan bilen bir adamım, ama öyle bir yerin havasını duyduğum zaman kendim olduğumu hissediyorum. Böyle bir duygu içindeyim.
O mazganada yaşamak o zaman benim için büyük bir ıstıraptı, ama sonradan anladım ki insanı özellikle bir yazarı ıstıraplar var ediyor."
"Kültürel olarak da kaliteli şeylerle beslenmek gerek"
1981'de gittiği Berlin'de Eğitim Senatosu'nda çalıştınız. 20 yıla yakın Almanya'da kaldınız, 1999'da Berlin Senatosu'ndan emekliye ayrıldınız. Halen, yaşamınızın bir bölümünü Almanya'da, bir bölümünü İstanbul'da geçiriyorsunuz. Bu nedenle iki kültürü de iyi tanıyorsunuz. Oradaki fuarları biliyorsunuz. Önerileriniz var mı?
"Örneğin Frankfurt'ta, belki 30-40 tane büyük kitapçı var, İstanbul'da bile böyle bir şey söz konusu değil… Fuarlar, bu nedenle ülkemizde kitaplara ulaşmanın önemli bir yolu… Biliyorsunuz Frankfurt Kitap Fuarı'nda satış yapılmaz. Bir düşünce, yöntem alışverişidir; yazarların, yayınevlerinin birbirleriyle tanışması, yapılan program alışverişleri söz konusudur. Yani tamamen bir hazırlık yeri gibidir. Burada, Türkiye'de satışın olması, bir kültür akışını sağlamak açısından gerçekten güzel bir şey. Benim Türkiye'deki bütün fuarlara bir önerim var: Her yayınevi haftanın bir gününde yazarların konuşmalarının dışında 2 saatlik bir gösteri programı hazırlasın, çok kaliteli bir şarkıcı, iyi türkü söyleyen birini çıkarsın… Sadece konferanslarla yetinmesinler, çünkü insanlar bunlara da muhtaçlar.
Ben, hiç unutmam bir gün Diyarbakır'da - o zaman düş kırıklığına uğramıştım - bir piyasa şarkıcısının konseri vardı, inanın ki cennetin yolu açıldı cennete gidin deseler bu kadar insanı toplayamazlardı. Bu, tamamen bilinçsizlikten, açlıktan... Sanılıyor ki dünyada sadece o şarkıcı var. Kültür- sanat alanında da kaliteli şeylerle insanları beslemek ve onları geliştirmek gerek."
"5 satırlık dilekçe için saatlerce..."
Almanya'da uzun yıllar yaşamanın yapıtlarınıza ne gibi katkıları oldu?
"Almanya'nın olumlu etkisini yazı hayatımda çok belirgin olarak hissetmişimdir. Bunu söyleme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Nedeni şu: Bir kere Almanya'ya gitmeden önce yazdığım her yazıya 'işte yazdım, budur' derdim. Şimdi onu demiyor, bin kere gözden geçiriyorum. Almanya'da çalıştığım yerde bir dilekçe yazılacaktı çok çok 5 satır. Bu dilekçeyi çalıştığımız yerin yönetmeni bir defa yazdı, böyle bir dilekçe yazmak istiyoruz dedi, bir yere durumu anlatacaklar, bir şey talep edecekler. Dilekçeyi orada çalışan herkese verdi, dilekçe elden geçti. Ondan sonra adam o görüşleri aldı, dilekçeyi yeniden oluşturdu, yine getirdi bir daha okudu. 'Şimdi bunu bir de son biçimiyle bir değerlendirelim,' dedi. Herkes düşüncesini söyledi ve dilekçe, dilekçe oldu.
O zaman anladım ki tabii biraz daha gençtim, insanın her yazdığı yazı değil, yazıya bin defa emek verilmeli, bin defa gözden geçirilmeli. Bir yazının en tehlikeli aşaması duygusal aşaması. Heyecanlandık yazıyoruz, o heyecanın bizim için en büyük fırsat olduğuna inanırız. Ancak, onun dilsel denetimi, düşünsel denetimi, biçimsel denetimi, bir de mesaj denetimi var. Bunları bir bir gözden geçirmek lâzım. Bunları Almanya'da gördükten sonra, hangi yazının nasıl yazıldığı konusunda akıl almaz şekilde titizlik göstermeye başladım."