Birkaç rolün ötesi biraz hamallık

Yazarlıktan yönetmenliğe birçok uğraşı bir arada götüren Gülriz Sururi, yeniden sahneye çıkmayı düşünmüyor

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Annesi Suzan Lûtfullah Sururi ilk Türk primadonnası; babası Lûtfullah Sururi ilk operetlerimizin yaratıcılarından; amcaları Yusuf, Celâl, Ali Sururi ise ilk operet tiyatrosu oyuncu ve yazarları… Daha annesinin karnındayken sahneye çıkmış, sonra Muhsin Ertuğrul'un isteğiyle 12 yaşında çocuk tiyatrosuna başlamış. Ardından konservatuara gitmiş, orada dönemin önemli hocalarından tiyatro, şan, bale dersleri almış. Onu, aralarında "Sokak Kızı İrma", "Keşanlı Ali Destanı", "Kaldırım Serçesi"nin bulunduğu oyunlarda izledik, kitaplarını keyifle okuduk, yaptığı yemek programı sırasında, ekranların önünden ayrılamadık. Gülriz Sururi ile bütün bunları konuşacağız, ama her konuğumuzla yaptığımız gibi, son çalışmalardan ve geleceğe yönelik projelerden başlıyoruz sohbetimize.

"Geçtiğimiz yıl Liz Behmoaras'ın Suat Derviş hakkındaki biyografisi çıkmıştı. Benimle de bir küçük röportaj yapmıştı orada. Onu okuduğum zaman çok heyecanlandım ve vaktiyle Suat Derviş Hanım'a Fosforlu Cevriye'yi oynamak için vermiş olduğum sözü hatırladım. Bana televizyon ve film haklarını bırakmış olduğu Fosforlu Cevriye'yi vaktiyle bir yazara yazdıramamıştım, daha doğrusu birkaç kişi denemişti, ama benim istediğim gibi olmamış, romandan çok uzaklaşmıştı. Oturdum, o gece ağlayarak yeniden okudum Cevriye'yi ve 1,5 ay gibi kısa bir zamanda - üstelik müzikal - 14 şarkı sözü de yazarak metni oluşturdum. Sonra Atilla Özdemiroğlu'na bestelettim, ardından Devlet Tiyatrosu'na verdim, orada oy birliğiyle kabul edildi edebi heyet tarafından. Ben, İstanbul'da oynanacağını düşünüyordum, ama AKM kapanınca Lemi (Bilgin) Bey, 'Ankara'da sahneye koyun o zaman' dedi. Ben de hiç düşünmeden gittim ve 2,5 ay Ankara'da kalarak piyesi sahneye koydum."

Fosforlu Cevriye kapalı gişe

Ve kapalı gişe bir oyun çıktı ortaya...

"Evet, dolu oynuyor, hiç yer yok. İnternette satış başladıktan 10 dakika sonra bütün biletler bitmiş oluyor. Bu şekilde bir müzikal yaptım, çok mutluyum. Böyle bir çalışmayla hem seyirciyle bu tarz bir buluşmayı ilk kez gerçekleştirmiş oldum, hem de  yazıp yönettiğim bir oyunla, Suat Derviş Hanım'a manevi borcumu ödemiş. Gerçi oynamıyorum, ama yazdım. O zaman yazamazdım, bugün oynayamazdım. Hoş bir buluşma oldu."

Gülriz Hanım boş durmamış ardından yeni bir şeyler yazmıştır...

"Tek perdelik 5-6 oyun yazdım geçen kış. Bu yıl bir ikisinin sahneleneceğini zannediyorum, belki birini de ben sahneye koyarım diye düşünüyorum."

Hangi tiyatroda belli oldu mu?

"Hangisi daha uygun olursa. Eksik olmasınlar ödenekli tiyatroların da özel tiyatroların da ne yapmak istersin, oynamak mı, sahneye koymak mı? diye çok sıcak yaklaşımları var her zaman. Ben de önümüzdeki kışı, bu şekilde değerlendirmek istiyorum."

Geçtiğimiz Pazartesi akşamı Haldun Taner'e Saygı gecesinin konukları arasındaydınız. Orada, bana, gerçekleştirmeyi düşündüğünüz başka bir projeden daha söz ettiniz.

"Uzun zamandan beri, özellikle Haldun Bey'i kaybettikten sonra çok daha yakınlaştığımız Demet Taner'le bir proje yapmak istiyorum. Biz oynamıştık ilk defa - sanıyorum 1966 yılında – Zilli Zarife'yi yeniden sahneye koymayı düşünüyorum. Çok güzel bir oyun, ama günümüze göre birtakım değişiklikler, daha doğrusu çok uzun olduğundan yeni bir kurgu, dramaturji lâzım. Onu sahneye koymayı düşünüyorum. Demet Taner'le önümüzdeki günlerde konuşup böyle bir uğraşa girmek istiyorum."

"Tiyatroyu Muhsin Ertuğrul'dan öğrendim, sahne rahatlığını Muammer Karaca'dan, şöhreti Haldun Dormen'de buldum, Engin Cezzar çok yönlü oyunculuğumu ortaya çıkardı, Haldun Taner ve Güngör Dilmen'in seçkin bir oyuncu olmamda rolleri büyük" diyorsunuz. Ailenizde operet sanatçıları var. Yıllar sonra bugün de konuşulan müzikal eserlerde unutulmayan roller çıkardınız...

"Şanslıydım. Şöyle: Bu bir rastlantı, hatta istemediğim bir şey. Çünkü ben, Cahide (Sonku) Hanımlar'ın başroller oynadığı zamanlarda hem konservatuara gidiyordum, hem çocuk tiyatrosunda oynuyordum. Herkesin bir idolü vardır, benim de idolüm Cahide Hanım olmuştur. Onun için de daima dram oynamak, ağır sanat eserlerinde rol almak gibi kaygılarım vardı. Bir de aile operetçi olduğu için - hani kabuğunu beğenmez derler ya öyle - bir küçümseme durumum vardı; 'operet mi hayır, banane, banane' falan… Hâlbuki hem konservatuarda hem de çocuk tiyatrosunda dans edip şarkı söylüyordum, çok doğal bir biçimde genlerimde olan şeylerdi bunlar. Annem, babam operetçi… Annem ilk primadonnamız. Ben ise hiçbir zaman düşünmedim müzikali. Hatta Haldun Dormen, Sokak Kızı İrma rolünü bana teklif ettiği zaman - ben orada 'I'm a camera' / 'Ben bir fotoğraf makinesiyim'i oynuyordum, onu da yıllar sonra kabare olarak aslına döndürerek oynadım - 'aa ben oynayamam müzikal' falan dedim... Ve içimden de 'ben senin tiyatrona bunun için mi gelmiştim' gibi şeyler geçirdim, düşünebiliyor musunuz?! Ama bunlar, perde açılıp da ben, o rolü oynayana kadardı. Çünkü, onunla bir gecede star oldum. Star denmiyordu o zaman henüz, yıldız deniyordu, ben bunu yaşadım bir gecede yıldız oldum. Televizyon yok, hiçbir şey yok. Sadece radyo ve bir gecede yıldız oluyorsunuz. Ertesi gün sokakta yürüyemiyorsunuz. Bugünün billboardları yoktu, ama onların 3 misli büyüklükte İrma resimleri Taksim Meydanı'nı, Tünel'i, Galata İskelesi'ni süslüyordu. Böyle bir şey oldu ve başarılı bulundum müzikalde. Daha sonra ikincisi Keşanlı Ali Destanı'dır. Ondan sonra zaten çok ısındım, çok başka oldu. Ama çok değişik türde oyunlardan da ödüller aldım."

Her dalda ödülü var

Buraya yazsak, sayfayı dolduracak kadar ödülleriniz var...

"Evet, çok ödülüm var, ama en önemlisi çok değişik türlerde almamdır."

Ödüleriniz farklı türlerde, uğraşlarınız da öyle. Anı, öykü, roman, yemek kitaplarınız var.

"Yazarlık anılarla başladı, sonra hikâye, sonra roman geldi…"

Ve yemek kitapları da. Televizyonda da bir yemek programı yaptınız. Pratik bir fusion mutfağı yarattınız.

"Çalışan Türk kadınının mutfağına öneriler getirecek bir programdı. Dediler ki çok pratik, kolay şeyler nasıl yapılabilir onu anlatabilir misiniz… Fast food'dan nefret ediyorum. Fast food olmadan değişik yemekler ve yeni sentezler denemeye karar verdim. Yıllarca hep aynı malzemelerle yemek yedi Türkler. Bizim en büyük hatamız bu. Bir karnıyarık öğrenmişiz gidiyoruz. Bir ıspanak biliyoruz kıymalı ya da kıymasız, yahut terbiyeli. 8 saat ıspanağı kaynatıyoruz falan. Biz bunların dışına çıkmak istedik ki, ben bunu zaten yıllardır yapıyordum, ama daha ölçülü oldum, gramaj, minütaj her şey gayet disiplinli bir şekilde… Şöyle bir şey çıktı ortaya: Söylediğimi aynen yapanlar yüzde 100 başarılı oluyordu, oysa bazı yemek kitaplarında okursunuz 'yaptım olmadı' dersiniz. Böyle bir şey yoktu orada, çok başarılıydı. 5 sene kadar da sürdü."

Daha önce denediğiniz yemeklerdi...

"Ah bir kere evde, bir kere şirkette, üçüncüsü ekranda... Üç kere yapıyordum yemekleri. Ama ben, her konuda çok titizim."

Bu, tiyatroculuktan gelen bir şey diyebilir miyiz. Bitmeyen provalar falan...

"Tabii tiyatrocular çok disiplinlidir."

Siz, aynı disiplini okurlarınızdan da bekliyorsunuz. Sohbetlerinize donanımlı gelmeyenlere karşı net yorumlarınız var...

"Sıfırdan başlayarak konuşmak çok acaip geliyor artık. Genç gazeteci hanımlar var. Bilmek zorunda değiller, ama öğrenmeleri gerekiyor. Otur dersini çalış, sonra gel. Bana biyografinizi anlatır mısınız, ne zaman ilk kez sahneye çıktınız diye söze başlandığı zaman diyorum ki 'bakın kitaplarım, dergilerde benimle söyleşiler, tam doyurucu olmasa da bir tiyatro tarihimiz var. Hele bugün internet var, çok kolay. Araştırın, sonra gelin karşıma,' Bunu da söylemeye hakkım var. Bir seferinde geleni resmen evde bıraktım. Kusura bakmayın dedim, ben sizinle konuşamayacağım. Hiçbir şey bilmiyor ve acaip şeyler soruyordu."

Komik şeyler de oluyordur hayranlarınızla aranızda...

"Bir keresinde sokakta iki genç kız kimdi kimdi diye adımı bulamıyorlar, en sonunda geldiler, bir tanesi 'siz A la Luna' değil misiniz? dedi. Ben de evet, ben A la Luna'yım dedim. Tekrar koşarak geldiler 'ama isminiz, isminiz' dediler, yok dedim, bu kadar.

Bir seferinde birisi, bir kâğıt uzattı, 'sizi gördüğüme çok mutlu oldum, siz Yıldız Kenter değil misiniz? Bir imza verir misiniz?'' dedi. Memnuniyetle ona bir Yıldız Kenter imzası çaktım, verdim. Şimdi ona ben Yıldız değilim, Gülriz'im desem, adamı karşımda mahvetmeye ne lüzum var. Ünlüce birini görmüş, tanıdık bir sima diye gelmiş o. Böyle şeyler çok oluyor, ama bunların en hoşlarından biri şudur; o mektubu hâlâ saklıyorum, A la Luna döneminde yine, Hollanda'dan bir genç kız yazıyor 20-22 yaşlarında, müthiş iltifat ediyor bana, hayranım size, şöyle güzelsiniz, böyle güzel konuşuyorsunuz, hiç tiyatrocu olmayı düşünmediniz mi? diye soruyor. Kız 22 yaşında Hollanda'da televizyonda beni görüyor ve böyle bir şey yazıyor. Çok hoştu bu da…"

Tiyatro yapmadan da oluyor

Hiç çekememezlik, kıskançlık yaşadınız mı, diğer ustalarla, örneğin Yıldız Kenter'le?

"Hayır. Bakın ne ben, ne Yıldız Kenter kimseyi çekemem durumunda değiliz. Yıldız'ı çok kutluyorum sahneyi hâlâ sürdürdüğü için. Ben yapmazdım ve yapmadım, yapamazdım değil. Ama onun enerjisine hayranım, çünkü o zannediyor ki tiyatroyu bıraktığı anda ölecek. Böyle bir duygusu olduğuna inanıyorum. Böyle bir şey söylemiş değil bana, ama ben böyle düşünüyorum. Sahnede ölmek istiyor. İnşallah o kadar o kadar uzun yıllar daha oynar ki bir gün belki sahnede, 100 yaşında kalır ve müthiş bir şey olur. Bunun dışında, eskiden derdim ki tiyatro yapmasam sudan çıkmış balığa dönerim, soluk alamam, ama öyle değilmiş."

Yıldız Kenter, Gülriz Sururi. Büyük sanatçı olmak böyle duyguları yaşamak herhalde...

"Bilmiyorum ne… Ama bir şeyi biliyorum insanın kariyerinde birkaç tane rol oluyor, onun dışındakiler biraz hamallık. Çok oynamak fazla bir şey ifade etmiyor. Hollywood starları arasında da bu böyle. Neyle ölçüyoruz onları, her sene 5 tane film yaptıkları için değil. Kimisi kalkıyor 3 sene film yapmıyor, ama 1 tane yapıyor kıyamet kopuyor. Burada da diyorum ki insanın kariyerinde birkaç tane unutulmaz rol vardır ve zannediyorum Yıldız için de öyledir.

Genco hâlâ oynuyor. Son oyunu fevkalade, Karl Marx'ı görün görmedinizse. Süper, yani Genco orada kendini aşıyor, farklı bir şey yapıyor. Bakın böyle bir yaşta kalkıp - böyle bir yaş derken çok yaşlı değil ama - bunca yıl sonra bir atak yapabilmek müthiş, çok güzel bir şey. O bakımdan da takdir ediyorum onu.

Bizlerin tiyatronun altın çağı dediğimiz dönemde birbirimizi kıskanmamıza neden yoktu. Hepimiz kapalı gişe oynuyorduk, hepimiz sıra sıra ödüller kazanıyorduk. Birisi bir yıl kazanıyordu, öbürü ertesi sene ve o zamanlar ödüller çok değerliydi. Çünkü, jüriler çok değerliydi... Yani müthiş edebiyatçılar, müthiş heykeltıraşlar, sanat adamları…"

Neden geriye gittik?

"Çünkü ülkemizi yönetenler hiçbir zaman tiyatroyu istemediler, tiyatrodan korktular. Haksız da değiller tiyatro korkutacak kadar etkilidir. Tiyatro insanlara iklimler atlatır, dünyagörüşlerini değiştirir."

Önce eğitim gerek

Galiba önce eğitim değil mi?

"Evet, önce okul gerekiyor. Bakın çocuk tiyatrosuna giden çocuklar, tiyatro seyretmeye devam ederler. Her şey çocuk yaşta öğreniliyor. Her şey. Artık pek çok şeyin anne karnında bile öğrenildiğini biliyoruz değil mi?"

Yeni tiyatrocuları, yeni oyunları nasıl buluyorsunuz?

"Vallahi çok iyi oyuncularımız var, ama yazar yetişmiyor. Yazar olmadan, metin olmadan, tekst olmadan bu meslek yapılamaz. En önemli şey bunlar. Peter Brook der ki bir iyi metin, sahnede bir ışık, bir oyuncu, bir seyirci yeter. Ama ilk önce metin... Ne anlatacaksınız, ne söyleyeceksiniz, hangi hikâyeye katılacak, hangi kahramanınızdan nefret edecek, hangi kahramanın yanında olacak seyirci. Hiçbir şey düşünmeden, matematik bilmeden oyunlar yazan genç yazarlarımız var ve çok üzülüyorum. Çok imkân veriliyor kendilerine biliyor musunuz… Ödenekli tiyatroların kapısı sonsuza dek açık, çünkü yeni şeyler keşfetmek istiyorlar.

1960'lı yıllarda büyük bir patlama yaşadı Türk tiyatrosu neden? 27 Mayıs ihtilâli, çok sonra idrak ettik ihtilâlin ne olduğunu, çok yıllar sonra… Ama o sırada gelecek günlere o kadar güvenmiştik ki yazarlarımız büyük bir özgürlük içinde Anadolu'yu, ağayı, ezilen çiftçiyi, köylüyü, berdelleri, töre cinayetlerini ve politikayı hicvedebildiler, her şeyi yazabildiler. Seyirci ile yazarlar ve oyuncular müthiş bir buluşma yaşadılar. Bu 15 yıl sürdü, 12 Mart'a kadar diyebilirim, 12 Mart'ta ilk darbeyi yedik.

O ruh yok bugün. Yök'ün getirdiği kayıp kuşaklar var. Bu insanlar tamamen apolitik. Tiyatroya da gitmiyorlar, kitap da okumuyorlar, öyküden hiçbir şey anlamıyorlar… Bu kayıp kuşaklarla nasıl başa çıkılır bilmiyorum. Bir 50 yıl ister, yönetim değişecek bilmem ne olacak. Bize, düşünün ki demokrasi var zannederdik de, demokrasi yetmezdi. Bugün bakıyorum da o umutların içinde yaşamak ne kadar güzelmiş. Ne müthiş, ne güzel, ne harikulade bir İstanbul, bir Türkiye yaşadık, Anadolu'yu keşfettik. Orada bir köy var uzakta'dan gittiğimiz, gördüğümüz, sorunlarını tartıştığımız yer oldu Anadolu. Ama bir avuç insanmışız. Biz, bu hareketin çok daha geniş kapsamlı olduğunu düşünüyorduk."

Yeni öykü, roman var mı tezgâhta?

"Şimdi bir şey söyleyeceğim, çok şaşıracaksınız. Bir roman yazıyordum, yarıda kaldı. Çünkü, Fosforlu'yu yazmaya başlamıştım. Ona devam edebilirim, ama kırılmış olduğumu hissettim. Tabii her yazar kendi yazdığından hoşnuttur ki ortaya çıkarır. 'Seni Seviyorum' isimli romanımın anlaşılmadığını, okunmadığını, bilinmediğini, bir kapı aralayıp kendini gösteremediğini zannetmekteyim. Onun iyi bir roman olduğunu düşünüyorum ve Ataol Behramoğlu, Füsun Akatlı gibi gerçekten inandığım bazı insanların da çok güzel eleştirilerini aldığı için güveniyorum…"

İçimde kırıklık var

Yani, alkış bekliyorsunuz...

"Tiyatroda biz alkışa alışmışız ya, beğenildiğimiz zaman onu görmek istiyoruz somut bir şekilde. Alkış soyut bir şey, elimizde kalmıyor, olsun. O sesler kulağımızdan ölünceye kadar gitmez. Nezaket alkışı mı yürekten mi bilirsiniz. Orada o alkışı almayınca kırıldım. Oyunu yarıda bırakmak gibi yahut vazgeçmek gibi bir şey hissettim. Madem ki takdir edilemedim demek ki ya ben yanlış yoldayım ya onlar yanlış, biz buluşamadık dedim. Ama üstüne üstüne gidebilirdim. Bir de var ki bazı kimseler, benim Zeynep'im (Miraç Özkartal), hatta diğer Zeynep'im (Çağlıyor) 'yazmalısın, kendin için bile olsa yazmalısın' diyorlar. Ama bir kırıklık var içimde. Daha 'Seni Seviyorum'u herkes okumadı ki!"

Daha önce kırılıp da vazgeçtiğiniz başka şeyler oldu mu?

"Hayır, hiç yok."

Dostlarınıza karşı da alıngan mısınız?

"Hayır, hayır, küsmek gibi bir şeyim yoktur, ama hayatıma sokabildiğim insan çok azdır. Baştan kapalıyımdır. Ama her zaman sıcak, yakın olurum, gördüğüm yerde. Gidip geldiğim, görüştüğüm, aradığım insan çok azdır. Giderek de ayrılıp gittiler. Çok erken kaybettiğim çok yakın dostlarım var. Konuyu hafifletmek için anlatayım bir gün kalabalık bir yerde konuşuyoruz, erkek çok az, kadın çok, artık böyle, birisi dedi ki 'tango yapmak istiyorum.' Ben de istiyorum. Düşündüm, ama bütün güzel tango yapanlar ölmüş artık. Güzel tango yapan erkekler yaşamıyor bugün. Yani o zaman dikkat ettim, çevremde o kadar çok yakınımı kaybetmişim ki uzun yaşadığımı bir kere daha anlamış oldum bu şekilde. Ama ne olursa olsun etrafımda arkadaşlarım, dostlarım az dahi olsa onlarla hayatın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Onlara açığım, herkese değil. Bir de belki insanlar belli bir yaştan sonra yeni dostluklar kuramıyorlardır, ne dersiniz?"

"Başka becerilerim, beni sahnedeymişcesine mutlu ediyor"

Gülriz Sururi, uğraşları bir ayrım yapıyor musunuz? Örneğin yazmak mı, oynamak mı?

"Şimdi şöyle ben, galiba hayatta her şeyi olduğu gibi kabul eden bir insanım. Yani hiçbir şeye fazla itiraz etmem. Doğaya çok inanıyorum ve de iddialıyım. Oyunculuk dönemimin bittiğini düşünüyorum. İstesem bitmeyebilir, benim yaşımda oynayan pek çok oyuncu var, ama ben o eski rüzgârı estirememek endişesi taşıyorum. Görüntü olarak, kondisyon olarak onu veremeyeceksem yeni kuşaklar 'bu muymuş' desin istemem. Ayrıca çok iyi oyuncularımız var, çok iyi işler yapmaktalar."

Bir başkası olsa belki, ama, Gülriz Sururi olduğunuz için size katılamıyorum...

"Ben böyle düşünüyorum, açık yüreklilikle de söylüyorum. Başka becerilerim var, onlar, beni sahneye çıkmışçasına mutlu ediyorlar. Örneğin bir kitap yazdığımda beğenilmiş olması, bir oyun sahneye koyduğum zaman seyirciyle buluşabilmesi, hatta prova dönemi… Ben provalarda çok mutlu olan oyunculardanım. Provadan hiç bıkmayan, hatta karşımdakini bıktıran, tekrar tekrar prova yapalım merakında bir oyuncuyum. Ankara'da çocuklar yoruldular, ben yorulmadım, enerjime şaştılar. Vakit nasıl geçiyor anlamıyorum, çok mutlu oluyorum işin mutfağında. Onun için bugünkü yerimi çok güzel buluyorum. Şanslı buluyorum kendimi iyi ki bu becerilerim de varmış ve ortaya çıktılar. Ama onlar olmasa da başka bir uğraş bulurdum, yine de oynamaya devam etmezdim."

"Son güne kadar yazacağım"

Anı kitaplarınız sürecek mi?

"3. bir kitap gelecek, son kitap. 3. kitap mutlaka olacak. Yaşlılığı kalemi elimde tutabildiğim son güne kadar yazacağım. Belki ondan sonra basılır, bilemiyorum, ama bütün bunları en dramatik yanıyla yazmak istiyorum. Yani eğer bunamışsam, mani olmayın diyeceğim, yine yazacağım. Böyle başladı. Doğumumdan başlıyor, bitene kadar olması lâzım. Uzun yaşayacağımı sanıyorum, çünkü kendime iyi bakıyorum. Tabii bunamadan ölmeyi tercih ederim, ama o olacaksa onu da yazmak isterim. O el ne yapıyorsa, o beyinden nasıl bir emir geliyorsa parmak uçlarına onun da olmasını istiyorum."