Bir kafa karışıklığı var

40. sanat yılını kutlayan Prof. Dr. Aydın Ayan ile son çalışmalarını ve ülkemizde plastik sanatların durumunu konuştuk

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Faruk ŞÜYÜN


Onugenç bir sanatçıyken tanıdım. Toplumsal konulara titiz bir resim işçiliğiyle yaklaşıyor, neredeyse kılı kırk yarıyordu yağlıboya tablolarında. Bir Brueghel veya Bosch resminden fırlamış gibiydi figürleri. Seneler seneler geçti; yüzlerce resim yaptı, üniversitede profesör oldu, idari görevler aldı... Önümüzdeki aylarda 40. sanat yılını Ankara'daki bir sergi ile kutlayacak olan Aydın Ayan, bugün de genç bir sanatçı ve sürekli çalışıyor, üretiyor. Bakın neler diyor:

"Ankara'daki sergiye hazırlanıyorum. Sürekli çalışırım bilirsiniz. Resim yaparken yorulursam kitap okurum, kitap okurken yorulursam bahçeyle ilgilenirim, bahçeden yorulursam başka bir şey yaparım... Tabii hocalık yaparım; şu-bu falan. Dinlenmenin sırrını böyle keşfettim. Bir başka iş yaparak dinlendiririm kendimi. Hiç durmam. Ankara'dan bir sergi önerisi geldi. Benim kafamda da 40'ıncı yıl sergisi için birkaç proje vardı, ama eşimin hastalığı nedeniyle o projeleri gerçekleştirme şansım olmadı."

Neler meselâ?

"Bir tanesi şuydu: İlk ödülüm Türkiye Liselerarası Şiir Yarışması İkincilik Ödülü'dür lise son sınıfta. Ve hâlâ şiir yazarım, severim, okurum."

Bunlar günyüzüne çıkmadı değil mi.

"Evet. Bir düşüncem onları yayınlamak. Tabii ki bir edebiyatçı, bir şair gibi değil; bir ressamın şiir yazışı bu. Ama bir ressamın şiirlerini yayınladığı kitabı farklı olmalı diye düşünüyorum. Yani ona desenler, resimler de konulmalı şiirlerin yanında. Onları hazırlayamadığım için şiir kitabı duruyor şimdilik. Bir de söyleşilerden – 40. yıl için hâlâ bu gündemdedir, belki olabilir - bugüne kadar yapılmış söyleşilerden bir kitap çıkarmak projem var... Bir diğeri eşimle mektuplaşmalarımız. Eşim şimdi artık mektup yazamıyor, biliyorsun durumunu! Onunla çok hoş mektuplaşmalarımız vardı. O da çok okuyan, edebiyatı, şiiri seven bir insandı. Çok da güzel bir elyazısı vardır. Kitabın bir sayfasında onun elyazısı mektubu, bir sayfasında matbaa harfleriyle aynı metin. Bir sayfada benim elyazım, diğerinde yine matbaa harfleriyle o mektup. Böyle bir şey düşünmüştüm, ama tabii bunların hiçbiri gerçekleşemedi. Belki gelecekte gerçekleşir bilemiyoruz?! Projeler çok. Başlayıp tamamlayamadığım, yarım kalmış birkaç kitap var onlar da duruyorlar."

Neydi bunlar?

"Bir tanesi Japonya'da yapılacak bir etkinlik için istenmişti benden. Sanatçılarımıza soru sorulduğu zaman yüzümüz hep batı'ya dönüktür, öyle de olması gerekir. Doğu'yu unutmadan batı'ya dönük olmalıyız, diye düşünüyorum. Çünkü demokrasinin beşiği orası bir anlamda. Bizim batı'yı aktaranımız da, doğu'yu tekrarlayanımız da hep millilikten söz eder röportajlarında. Bunun üzerine bir araştırmaydı. Kim ne demiş bu konuda ve basına nasıl yansımış, yaptığı iş nasıl? Aşağı yukarı 60-70 sayfalık bir metin oluşmuştu."

Yayınlansa ses de getirirdi, dedikodusu da olurdu...

"Bunu 8-10 sene önce hazırlamıştım, ama spekülatif olabilir düşüncesiyle dursun dedim. Biraz dinlenmeye bıraktım. Duruyor şimdilik öyle. Bir daha da ele alamadım. Yani diğer şeyler gibi o da yarım kalmışlardan. Yaşamımda yarım kalmış epey şey var. Son zamanlarda bu yarım kalma ya da tamamlayamama beni epey tedirgin ediyor. Bakıyorum çok kitap almışım, kitapseverim. Yaşamdaki her parçadan bir şeyler almaya çalışmışım, yaşantımıza katmışım. Eşim de öyleydi. Zenginleştirmeye çalışmışız yaşantımızı. Ama bakıyorum kitaplar raflarda, resimler duvarlarda ya da depolarda, yazılar bir yerlerde duruyor. Nasıl tamamlayacağız diye düşünüyorum. Acaba diyorum bir taraftan da yaş geçti onun için mi, yani sanat dünyasında 40 yıl az değildir. Bir de buna akademi öncesini eklersek epey bir yaş oluyor. Bunları nasıl tamamlayacağız bilmiyorum. Biraz bunun tedirginliğini yaşıyorum şu sıralar."

Ama 40. yıl sergisi açılacak... Neler var bu çalışmada, nasıl resimler yapıyorsunuz? Hepsi tuval üzerine mi olacak?

"Tuval üzerine yağlıboya. Ankara'daki galeri bir vakfa ait. Satıştan öğrencilere burs vereceklermiş. Tabii yüzdelerini alacaklar, o yüzdeyi verecekler. Galeri iki bölüm. Girişinde daha küçük bir mekân var, esas galeri daha büyük. Konuşmamızda madem 40. yıl sergisidir bu, o zaman ön çalışmalardan da birkaç iş konsun diye düşündük. Yani diyelim eğer benim 10 değişik bölümüm ya da yönelimim varsa bugüne kadar, onlardan birer ikişer resim ilk bölüme konulacak, daha sonraki işlerim de diyelim 25-30 resim ikinci kısımda yer alacak şekilde düşünüyorum."

Retrospektif diyebilir miyiz?

"Retrospektif olmayacak. İlk bölüm sadece bir hatırlatma. Yani ne yapmış, nerden gelmiş, nereye gidiyor? Gauguin gibi söyleyelim 'Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?' diyelim kısaca. Beni tanımayanlar, bilmeyenler gelsin bir baksın acaba iyiye mi gitmiş, kötüye mi! Gelişme olmuş mu, olmamış mı? Nasıl bir değişim olmuş yaşamında ya da ürettiği şeylerde görsünler."

ÇOĞUNLUKLA TEMALI SERGİLER

Biraz da konularından söz etsek. Siz, genelde tema ağırlıklı sergiler açıyorsunuz...

"Evet, bazı sergilerimde tema ağırlıklı işler yaptım. Şimdi bu sergide - belki de şu andaki sıkıntılı yaşantımdan dolayı - eşimin sağlık nedenleriyle..."

Eşinizin uzun süredir devam eden bir rahatsızlığı var...

"5. yıla girdik. Dramatize etmek istemiyorum, ama doktorların deyimiyle bitkisel yaşam, ama biz sürdürüyoruz yaşamımızı."

Umut her zaman var. Monte Kristo romanında denildiği gibi: Beklemek ve ummak...

"Bana tepki de veriyor. Ufacık da olsa umut, ben o umuda sarılmak isterim. Çıkmayan canda - eşimin adı da Can'dır - umut vardır diyorum. Öyle sürdürüyoruz. Eşim yaşantımı hep güzelleştirmiştir. 33 yıl hep o bana destek olmuştur, şimdi ben onunla ilgileniyorum. Bu da yaşamın güzel tarafıdır ya da yapılması gereken yanıdır, vefa borcudur, insanlık borcudur diye düşünüyorum, yüksünmeden yapıyorum. Zor zamanlar..."

BU KEZ İNSAN/DOĞA

(Gözleri doluyor, bir sessizlik yaşıyoruz) Etkilendiniz... Temalı sergiler diyorduk.

"Şimdi benim daha önce yaptığım diziler arasında 'Protest Resimler/Homo Politicus', 'Uzun Sürmüş Bir Kıştan Resimler', 'Yansı/t/ma Üzerine Düşünceler', 'İşte İnsan/Ecce Homo', 'Natura Natura ya da Doğa Doğa', 'Kurtuluş Savaşı Panaroması' vardı. Bu dönemde biraz daha - belki az önce söylemiş olduğum o sıkıntılı durumdan biraz da kendimi çekip çıkarmak için - deniz, doğa, insan ilişkisini öne çıkaran - belki de temel başlık bu olabilir – insan/doğa ilişkisine ağırlık veren resimler yapıyorum. Ama ben bir temayı alıp bitirmiyorum. 10 yıl sonra, 30 yıl sonra tekrar o konuda bir resim çıkabiliyor. Bu sergim de öyle olacak. Yani 'Lodos' resimlerini 86'da yapmıştım, şimdi 2-3 lodos resmi daha çiziyorum. 'Kuşyemi Satıcısı' resimlerini ilk 75'te yapmıştım, devam ediyorum. Asistanlık sınavı resmim 'Simitçi'ydi. Şu anda bir simitçi deseni çizdim, boyaması yapılacak."

Bir de benim çok sevdiğim karlı resimleriniz var...

"Karlı resimler... 80 sonrasıydı, Türkiye'nin genel durumunu uzun sürmüş bir kış olarak değerlendirmiş, 'Uzun Sürmüş Bir Kıştan Resimler' diye bir dizi yapmıştım. Kış, çocukluğumu anımsatan bir şeydir. Karadenizliyim, Trabzonlu... Köyden yaylaya giderken mayıs ayında bile karlar hâlâ dağlardaydı ve çok zordu. Ağustosun ortasında kar yağdığını hatırlarım. Yani karlı bir doğanın güzelliklerini de sıkıntılarını da yaşamışımdır. Ve o, resmime yansımıştır. Ve şimdi de örneğin bir dizi kadını 'Gidenler Dönmeyenler' başlığı altında resmediyorum. Karlı bir peyzaj içinde ufka doğru gidiyorlar. Karla ilgili 3-4 resim daha var. 2'si bitmiş durumda diğerleri tasarım halinde."

Yine büyük boyutlarda değil mi?

"140x160, 100x160 ağırlıklı olarak. Araya birkaç tane 89x116 girebilir ki bunlar uluslararası boyutlardır. Şimdi ilginç bir şey, bir zamanlar insanlar resimleri alır duvarlarına asarlardı. Gelirdi sergiye resimsever 'a ben bunu alıp salonuma asacağım, odama asacağım, seyredeceğim' derdi. O çok önemli bir ölçüttü. Yani gönül bağı kurardı resimle. Artık bu kalktı. Şimdi koleksiyonerler küçük resim istemiyorlar. Hayır, ben onun için büyük resim yapıyorum demiyorum, benim resimlerim genelde zaten büyük boyutluydu..."

Koleksiyon için alınan resimler de duvara değil, depoya gidiyor...

"Depo tutuyorlar, bir müze yapacağım diyorlar ya da bir yatırım aracı olarak görüyorlar. Yeri geldiğinde birilerine gösterip satıyorlar ya da bazılarını sergiliyorlar."

ÇELİŞKİLERİ ANLATIYOR

Neyse ki benim bütün resimlerim duvarlarda... Sizin sergileriniz tema'lı dedik, bütün resimlerinizin isimleri de var...

"Şimdi hemen burada var olan bir resimden konuşalım, ismi 'Postmodern Görünü.' Önde ot yığınları var. Bu, hayvancılıkla geçinen toplumlarda yapılması gereken bir iş. O ot yığınlarının arkasında bir fabrika bacası yani sanayi toplumu görüntüsü, elektrik direkleri var. İkisi karşı karşıya. Ne oluyor? Çelişkileri bir araya getiriyoruz. Ot yığınlarının hemen ön tarafında kurt var. Sanayi toplumunu gösteren fabrikaların ön tarafında oradan bize doğru gelmekte olan bir koyun sürüsü var. Tabii bunları açık-koyu düzeni içinde yapıyorsunuz, yani öyküsü değil, plastiği esas olan. Kuzular, koyunlar açık; fabrika ya da elektrik direkleri puslu bir görünü içinde geri planda. Ot yığınları daha sıcak, yeşil ön planda. Bunlar bir araya gelemeyecek şeyler ama bu toplumda, bu coğrafyada bir araya gelebiliyorlar ve öyle kompoze ediliyorlar. Adı ne olabilir bunun? Bir sürü şey söyleyebilirsiniz. Manzara diyebilirsin ama gerçekte postmodernizmin bir belirtisidir. 'Postmodern Görünü' adını onun için verdim."

Siz öğretim üyeliği yapıyorsunuz, rektör yardımcılığı gibi idari görevler aldınız. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi Müdürü'ydünüz... Ya bugün? "Profesör Temsilcisi'yim. İdari değil, arkadaşlarımın seçerek verdikleri bir görev. Son olarak müze müdürlüğü yapıyordum, ama bir şeyler hissettiğim için ayrıldım. İyi de yapmışım. Epey emek verdik orada, ama bina gittiği için çok üzgünüz. Son idari görevim oydu. Daha sonra idari görev almak istemedim. Bir üniversiteden dekanlık teklifi geldi, eşimin hastalığı sürerken, özel üniversiteydi kurumumu bırakmak istemedim. Mimar Sinan Üniversitesi'nde adımla anılan atölyem var. Öğrencilerimle ilişkim iyidir. Türkiye'nin her tarafından bana öğrenciler gelir doktora yapmaya. Onları yetiştiririm. Kadrolarını alıp giderler. Bu da bana keyif veriyor. Türkiye'nin her tarafında dostlarım oluyor. Onlarla gönül bağıyla bağlıyız birbirimize. Onun için Mimar Sinan'dan ayrılmayı düşünmedim. Ama Yeditepe'de haftada bir gün derse gidiyorum. Hem sevdiğim arkadaşlar var, hem kızım da orada yardımcı doçent. Onunla da haftada bir gün beraber olmuş oluyoruz."

DESEN RESMİN NAMUSU

Güçlü bir deseniniz var, yağlıboyalarınızda da bu altyapı belli oluyor, ama günümüzde desen, epey ihmal ediliyor...

"Ingres'in deyimiyle 'desen resmin namusudur.' Bence de öyle. Altyapı eğer sağlamsa onun üzerine koyacağınız şeyler iyi durabilir."

O Kübist resimleri çizen Picasso'nun da deseni çok sağlam.

"Çook. Gerçekten çok önemli bir noktaya değindiniz. Picasso deseni çok güçlü bir ressamdı. Ne çiziyorsa, ne yapıyorsa sağlam oturtuyordu. Her döneminde resmini ayakta tutan temel şey desendi. Öyle yön vermiştir 20. yüzyıl sanatına. Sanat tarihinde deseni güçlü olan sanatçılar Leonardo gibi, Michelangelo gibi çok önemli yapıtlar ortaya koymuşlardır ve desenin sağlamlığı yapıttaki anıtsallığı artırmıştır." Güzel sanatlar fakültelerinin sayısı her geçen gün artıyor. Bir eğitimci olarak bu artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?

"Sayısal çokluk zenginleşmek değildir. Anadolu'da 60'a yakın güzel sanatlar fakültesi var. Ben buna yazık diyeceğim. Sevinilmesi gereken bir şeyken tam tersini söylüyorum, yazık! Yani enflasyon oluşmuş. Eğer bir şehirde üniversite varsa iyi bir şeydir, ama o şehirde güzel sanatlar fakültesi varsa, resim bölümü varsa, ama galeri yoksa, hoca yoksa, öğrenci mezun olduğu zaman işini göstereceği, alışverişe girebileceği alıcılar yoksa, resmini satacağı onu yaşatacak kurumlar yoksa bir süre sonra işsizler ordusuna katılacaktır. Ve bu çok dramatik bir şeydir. Ben, bu sayısal çokluğu çok doğru bir şey olarak görmüyorum. Kaliteyi yükseltmek lâzım... Özel üniversiteler para kazanamayacakları alanlara yatırım yapmak istemiyorlar. Bunlardan bir tanesi de güzel sanatlar. Yani resim-heykel. Resim, özel üniversitelerin çoğunda yok. Bilkent bile yürütemedi. Ne kalıyor geriye? Yine Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi, işte Hacettepe Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi. 3-5 tane devlet üniversitesinin eskiden gelen geleneğini sürdürme çabaları. Şunu da söyleyeyim, atlamayayım çok çok önemli bir noktadır: Bize zaman zaman 'ah sizin döneminiz ne kadar yetenekliydi' derler. Doğru yetenekliydik. Bugüne kadar gelmemizde de bunun payı vardır, ama tabii ki biz 100 metre koşucusu olarak değil, maratoncu gibi baktık. Ama bugün öyle öğrencilerim var ki biz onların eline su dökemeyiz neredeyse. Yani geriledik, yok artık o yetenekli öğrenciler diyenler var, hayır öyle değil. Çok yetenekli öğrencilerimiz var. Şu anda sorun bir kafa karışıklığıdır. O kafa karışıklığı sadece öğrencilerde, sadece eğitimde değil galericisinde de, müzayedecisinde de, koleksiyonerinde de aynen var. Esas sorun budur."

"İki müze olmalıydı"

Resim Heykel Müzesi ne olacak? Dolmabahçe'deki binayı da boşalttınız. Siz, müzenin eski müdürü olarak neler düşünüyorsunuz?

"O bina, Atatürk tarafından kurumumuza verilmişti. 12 bin yapıt vardı müzede. Benim düşüncem hep şuydu: 2 müze olmalı. Cumhuriyet öncesi aynı yerde sergilenebilirdi Beşiktaş'ta, Dolmabahçe Sarayı'nın bitişiğinde. Veliaht Dairesi'ydi orası. Şu an rektör öğrencim Yalçın Karayağız. Yeni binanın, antreponun alınmasında onun payı var. İnşallah güzel bir müze olur. Hiç olmazsa içimizi acıtan şey biraz olsun..."

Önümüzdeki yıllarda Resim Heykel Müzesi'ndeki eserler antrepoda sergilenecek...

"Evet, müze haline getirilmesi için çalışılıyor, ama orası Cumhuriyet dönemi müzesi, çağdaş sanatlar müzesi olabilirdi."

Peki, Milli Saraylar'a devredilen onca yıl sanat eserlerini barındırmış Veliaht Dairesi ne olacak şimdi?

"Herhalde resepsiyonlar için kullanacaklardır. Yani ne olabilir ki?!"

Oradaki eserler nerede şimdi?

"Resimler, heykeller hepsi antrepoların birine konulmuş durumda. Zor, acı bir durum."

"EĞİTİMDE DESEN BİLGİSİ ŞARTTIR..."

Bugün ne oldu da desen kayboldu çağdaş resimlerde?

"Sadece bizde değil. Avrupa'da 80'li yıllarda bir rüzgâr esmeye başladı: Ne gerek var desene, desensiz de eğitim yapılabilir. İşin kavramını oluşturduğunuz zaman onun üzerine temellendirdiğiniz zaman tamamdır. Ama örneğin Fellini bir filmi oluştururken ön tasarımlarını çiziyor. Daha önceye gidelim Eisenstein bir bakıyorsun 'Korkunç İvan' filmini çekmeden önce kostümlere, dramatik yapıya kadar sahneyi oluşturuyor. Kurosawa'ya gidelim, o da öyle. Batı'da esen rüzgâr buraya da geldi. Ne gerek var desene?! dendi. Resme de, desene de, sanat ortamına da yansıdı. Ama eğitimde desen dersi ilk 2 yıl yapılması, yerine getirilmesi gereken bir çalışmadır. Ondan sonra öğrenci boyasını öğrenip istediği yere gider."