Yönetmen Selim Evci: Hepimiz bir şekilde savruluyoruz
Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yapan Selim Evci’nin dördüncü uzun metraj filmi Savrulan Zaman, insanın kimlik arayışı ve zamanın akışı karşısındaki mücadelesini ele alıyor.
Yönetmen ve senarist Selim Evci'nin dördüncü uzun metraj filmi Savrulan Zaman, Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Türkiye prömiyerini gerçekleştirdi. İzleyenler tarafından ilgi gören filmin festival yolculuğu devam edecek. Evci, Savrulan Zaman ile insanın kimlik arayışını derinlemesine irdelerken, hayatın akışına karşı verdiği mücadeleyi de gözler önüne seriyor. "Hepimiz bir şekilde savruluyoruz", diyen Evci, filmdeki karakterin bu savrulma hali üzerinden izleyiciyi düşünmeye davet ediyor. Yönetmen, senarist, yapımcı ve taze oyuncu Selim Evci ile DÜNYA gazetesi olarak kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.
Filmde iyilik ve kötülük kavramlarını işlerken, bu kavramları siyah-beyaz olarak değil, gri alanlarda ele almayı tercih ettiğinizi görüyoruz. Bu bakış açısını nasıl geliştirdiniz?
Benim için hayatın kendisi temel mesele. Hayatın, ekolojik bir perspektiften ele alınması önemli. Filmde de insanın vicdanını, iyilik ve kötülüğü nasıl algıladığını gri bir alanda işlemeye çalıştım. İyilik ve kötülük, herkesin kendi içinde arındırdığı, sorguladığı kavramlar ve bunlar sabit değil. Hayatın bu karmaşıklığını, belirsizliğini yansıtmak istedim.
Savrulan Zaman, Alper’in içsel çatışmalarını ve arayışlarını ilişkiler üzerinden işleniyor. İnsanın anlam arayışı ve zaman konusunda ne söylersiniz?
Anlam arama, insanın varoluşundan bu yana süre gelen bir mesele, ancak modern çağda daha karmaşık bir hal aldı. Alper, 40'lı yaşlarına gelmiş, babasını kaybetmiş ve uzun bir ilişkiden ayrılmış biri olarak, zamanın hızla geçişini ve evlilik ya da çocuk sahibi olma gibi hayati kararlar için zamanın daraldığını hissediyor. Modern hayatta insanın tek başına var olabilmesi mümkün, ancak bu özgürlük bazen sıkışmışlık hissine de yol açabiliyor. Geleneksel yaşamın dışında alternatif modern bir hayatın baskısı da var. Genç yaşta evlenip hayatın o yönde akmasını izleyebiliriz, ancak bu her zaman böyle olmaz. Karakterin yaşadığı bu belirsizlik dönemini ben ‘gri dönem’ olarak tanımlıyorum. Belki bu dönemin ardından yeni bir hayat arayışı başlar, belki de çabasızlık galip gelir. Bu, günümüz insanının sıkça karşılaştığı bir durum.
Filmin senaristi, yapımcısı, yönetmeni olmanın yanında sizi dördüncü uzun metraj filminizde bir de oyuncu olarak görüyoruz. Nasıl gelişti oyunculuk serüveni. Hikâyeyi kendim oynamak için yazmamıştım. Çevremden gelen ‘sen oyna’ önerileriyle denemeye karar verdim. Kendimi kamerada deneyip sevdim, ama çok zor bir süreçti. Sinemanın her alanını seviyorum; yazmak, kurgu yapmak, yönetmek. Ama sette işler ciddileşince kendimi zor bir görevde buldum. Oynamak, izlemek, yönetmek arasında gidip gelmek zor oldu. Bir daha yapar mıyım? Sanmıyorum. Zordu ama aynı zamanda değerli bir deneyimdi.
Kendi performansınızı yönetmek nasıl bir his?
Gerçekten zordu. Özellikle oyunculuk yaparken anında geri dönüp, sahneyi tekrar izleyip düzeltmeler yapmak çok zahmetliydi. Oyuncular için de zorlayıcı oldu. Sahneyi kestikten hemen sonra onlara direkt müdahale ediyordum, bu da bir süre sonra alıştıkları bir süreçten farklıydı. Ama içerden yönetebilmek, oyuncuyla aynı anda sahneyi yaşayarak müdahale edebilmek avantajdı. Oyunu içeriden kontrol edebilmek bana farklı bir bakış açısı kazandırdı.
Siz kendi üretimlerinizin dışında da bir kısa film festivalinin 20 yıldır direktörlüğünü üstleniyorsunuz. Türkiye’de bağımsız sinemanın gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ülkemizde bağımsız sinema adına çok güzel işler çıkıyor. Çeşitlilik çok fazla ama bir eleştiri getirecek olursak, projeler mutlaka bir mesaj verme kaygısıyla adeta bir kamu spotu havasında üretiliyor gibi geliyor bana son dönemde.
Sinema hesap vermemeli, içten geleni, akla geleni olduğu gibi anlatmalı. Bir mesele hakkında doğruları söyleme çabası yerine, anlaşılmayanı sorgulamak, irdelemek bana daha çekici geliyor. Sinema slogan peşinde olmamalı “doğruyu söyleyelim, herkes ona katılsın” yaklaşımı beni pek etkilemiyor. Aksine, ben biraz daha tersine gitmeyi, hesapsız bir şekilde çalışmayı seviyorum. Farklı düşünceleri çarpıştırmayı mesela.
Filminiz ve Alper nereye savrulacak?
Bu film aslında bir üçlemenin parçası. Hayatın üç farklı evresini ele alan bir hikâye yapısı düşündüm. Bu arayış içindeki insanı bir evliliğin içinde görmek ya da hayatı savrulan biri olarak ele almak istedim. Hepimiz bir şekilde savruluyoruz; kimimiz bunun farkında, kimimiz değil. Hayat, siz yaşarken başınıza gelen olaylarla şekillenir, bu yüzden savrulmak kaçınılmaz. Alper'in yaşadığı sadece onun değil, hepimizin deneyimlediği bir süreç. Zaman, hastalık, ölüm gibi konularda çaresiziz. Filmde de ölüm ve hayatın sonuna dair bir his var; bu durum sabrı ve çaresizliği beraberinde getiriyor. Aynı karakteri evlilik içinde, farklı koşullarda görmek de ilginç bir yaklaşım olabilir.