‘Tağut, Kutsal Aldanışın Soyağacı’nın yazarı Soner Yalçın: Görmek isteyenlere yazdım...

Soner Yalçın, son kitabı ‘Tağut: Kutsal Aldanışın Soyağacı’nda okuyucularını sorgulamaya davet ediyor. Yalçın, olaylardan, hurafelerden yola çıkarak ‘bütünü’ göstermek için okuyucuyu rüya ile hakikati ayırmaya, gerçekçi olmaya zorlayarak ve gördükleriyle anladıklarını sorgulamaya yöneltiyor.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Kırmızı Kedi yayınlarından çıkan Soner Yalçın’ın son kitabı Tağut, Kutsal Aldanışın Soyağacı’nın önsözü Montaigne’nin “Gerçeği istediğim kadar değil, göze alabildiğim kadar yazıyorum, yaşlandıkça biraz daha fazlasını göze alabiliyorum” sözüyle başlıyor. Kitabında tek tek olaylardan, hurafelerden yola çıkarak ‘bütünü’ göstermek için okuyucusunu bir yolculuğa çıkaran gazeteci-yazar Soner Yalçın, “Doğruyu bulmak için ‘tümü görmek’ şart” diyor. Okuyucuyu rüya ile hakikati ayırmak için gerçekçi olmaya zorlayan ve gördükleriyle anladıklarını sorgulamaya yönelten Yalçın, Tağut, Kutsal Aldanışın Soyağacı’nın doğuşunu, gazetedeki bir köşe yazısında kaleme aldığı ve Hz Ayşe ile Hz. Muhammet’in kaç yaşında evlendiği üzerine yaptığı araştırmaya dayandığını aktarıyor.

Tağut, Kuran’ın asıl manasını bozan, kafalarına göre kitaba hadise hükmü ekleyip çıkaran, dini içerden tahrip eden, mazluma zulmedendir diyerek, bugünkü emperyalizm, kapitalizm, neoliberalizm olduğunu ifade ediyor Soner Yalçın. “Görmek isteyenlere yazdığını” belirten Yalçın, özellikle Cumhuriyet dönemi ile başlayan yüz yıllık yalanların ve hurafelerin soyağacını çıkardığını söylüyor. Akılsızlığın nasıl güçlendiğini, bunlarla halkın nasıl aldatıldığını, geçmişte ve günümüzde nasıl kullanıldığını ve nasıl tutsak düşürüldüğünün şifrelerini kırmaya çalıştığını ifade ediyor ve “zor bir işe kalkıştığımın farkındayım!” diye de ekliyor. Kitapta, Bilgisizlik Bilimi adlı bölüm başlangıcı yapıyor ve 'İki Din', 'Yalancının Mumu Hep Yanıyor', 'Atatürk’ün Sünni Devleti', 'İslam Sağcı mıdır?' başlıkları ile devam ediyor. Altıncı bölümde 'NATO’cu Türk Subaylar' ile 'İslamcılar Kol Kola' ve 'Öğretilmiş Aptallık' ile son buluyor. Kitapta ele alınan hurafeler, doğru bilinen yanlışları açıklarken pek çok referansa da okuyucuyu yönlendiriyor.

Olayların bütününü göstermeyi hedefliyor

Kitap olaylardan ve hurafelerden yola çıkarak bütünü göstermeyi hedefliyor. “Hakikati bilmek, doğruya ulaşmak ancak ‘bütün’ü görmekle mümkün. Bir siyasetçinin, beş vakit namaz kılması her yaptığının doğru olduğu anlamına gelir mi? Peki, bir siyasetçinin bira içmesi her yaptığının yanlış olduğu anlamına gelir mi? Doğruyu görmek için ‘tümü görmek’ şart …” cümlelerini ön sözüne ekliyor. Önsözünde Marksist Sosyal Bilimci Samir Amin’in yaklaşımlarına yer veriyor ve “Samir Amin'in ‘eşsiz ticaret’ gibi tezlerle, “Üçüncü Dünya Ülkeleri, emperyalist karakterli kapitalist sömürüden kopmadan gelecek kuramaz” dediğini belirtiyor. Bu nedenle de Cumhuriyet’in ilk kadrolarının kapitülasyonlarla mücadele ettiğini ve bu sayede tam bağımsız Türkiye’nin kurulduğunu ifade ediyor. 

Tarihin tek değişmez gerçeği: Ezen – ezilen

Kuran, ezberlemek için değil anlamak için var olduğunu ve tarihin tek değişmez gerçeği, ezen – ezilen olduğunu yazıyor. Dinin yapısal olarak devrimci olduğunu ve Allah ile uyanan bir dünyanın Allah ile uyuyan bir dünyaya dönüştüğünü belirtiyor. Kuran’da cami sözcüğünün geçmediğini, mescit olduğunu ve ibadet edilen her yerin mabet olduğunu da ekliyor. “Cami, Arapça ‘cem’ kökünden geliyor. ‘Toplayan, bir araya getiren’ anlamında… Başlangıçta sadece Cuma namazı kılan, büyük mescitler için kullanılan ‘el-mescidü’lcami’ 10. yüzyılda kısaltılarak ‘cami’ şeklinde kullanıldı. Sadece ibadet etmek amacıyla değil; dini eğitim, kütüphane, askeri, devlet yönetimi için idari amaçlarla da kullanıldı… Diğer birçok yerde Müslümanlar için cami hala bu anlamdadır, Türk Müslümanlar ise camiyi sadece dini amaçlı kullanıyor!”

Camiler, askeri amaçlı olarak da kullanılıyordu

Osmanlı’da camilere manzara resimlerinin asıldığını ve camide imam nikahı kıyılmasına ikinci Mahmut’un son verdiğini, kiliselerde çan çalma yasağını kaldıranların da Osmanlı olduğuna sayfaları arasında yer veriyor ve camilere yabancıların girmesine yine Osmanlı’nın izin verdiğini belirtiyor. Özellikle yine Osmanlı döneminde camilerin askeri amaçlı olarak kullanıldığına da işaret ediyor. Hiç kimseye, hiçbir gruba ve ülkeye düşman olmadığını belirten Yalçın, kendisine sürekli yönlendirilen her taşın altında niçin sürekli ABD’yi arıyorsunuz? ABD düşmanı mısınız? sorularına da açıklık getiriyor.

Mimaride ‘Türk geleneği’ etkisi

Olaylara çok yönlü bakış açısıyla yaklaşmasına alışık olduğumuz Soner Yalçın, mimaride Bizans, Ermeni, İran’dan etkilenildiği söylemlerine İslam tarihine damga vuran Türk mimarisinin hiç bilinmediğini ve “Mimaride ‘Türk geleneği’ yok mu? Semerkant’taki sütlü kahverengi, mavi, beyaz ve yeşil renklerle bitki desenleri barındıran resimlerle süslü çok sayıda köşkün mimarisine ne diyeceğiz? Buhara’da dikdörtgen formunda inşa edilen ve süslü kapıları ile dikkat çeken türbelerin yapı formu nedir? ‘Üç Karahanlı Mozolesi’ni nasıl değerlendireceğiz? Selçuklu’nun zengin dış cephe süsü nereden geliyor sanıyorsunuz?” sorularını okuyucuya yöneltiyor.

"Türkçülük kavramının içi, soğuk savaş döneminde, ABD emperyalizmi tarafından boşaltıldı"

Kitapta, alfabe değişiminin Cumhuriyet ile başlamadığını açıklayan satırlar, Osmanlı söz konusu olduğunda ilk öne atılan mağduriyet tezlerinden birine de açıklama getiriyor: Sanıyorlar ki Türkiye bir günde Osmanlıca'yı bırakıp Latin alfabesine geçti! Bu cehalet, Osmanlı dönemindeki Osmanlıca tartışmalarını hiç bilmiyor… Bu noktada Yalçın, II. Abdülhamit döneminde üç kez Maarif Nazırlığı yapmış Münif Paşa ile tanıştırıyor bizleri. Arapça, Farsça, Almanca, İngilizce ve Fransızca biliyor. ‘Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmaniyye’nin kurucusu, aydınlanma çağı filozoflarını Osmanlıca'ya çevirdi ve Osmanlıca'nın islah edilmesi konusunu ilk dile getiren kişi oldu. Osmanlıca’nın sorun olarak görülmesi ilk olarak 18. yüzyılın başında hissediliyor. Günlük yaşamda yer almasına rağmen, okumayazma oranının artmaması, Türkçe’nin ses yapısına uygun olmaması, matbaa kullanımını zorlaştırması en önemli engeller olarak görülüyor. Münif Paşa, yenileme çalışmalarını yapmak amacıyla üç kez Maarif Nazırlığı’na getiriliyor. Konunun dinle ilgisi olmamasına rağmen Paşa’nın bu ısrarlı çalışmaları camilerdeki vaazlarla gavurlukla itham edilmesine neden oluyor.

Her kitapsever Atatürk’ün kitaplara olan düşkünlüğünü ve üzerinde notlar alarak okuduğunu bilir. Nitekim Soner Yalçın, Atatürk’ün, Türkçülüğü esas hatlarıyla bilen bir devlet adamı olduğunun altını çizerek Anıtkabir müzesindeki kütüphanede yer alan Mihail Çakır’ın Gagavuzların Tarihi adlı esere ayrı bir paragraf açıyor. “Şurası gerçek ki Türkçülük kavramının içi, özellikle soğuk savaş döneminde, ABD emperyalizmi tarafından boşaltıldı. Türkçüler’, MHP’den bile kovuldu. Birbirlerine ‘yoldaş’ diyen ‘Türkçüler’ ile sosyalistler birbirine düşman edildi. ‘Türkçülük’ emperyalizm tarafından diriltilen Siyasal İslamcılık ile Ilımlı İslamcılığın gölgesine sokuldu” diyerek içerisinde yaşadığımız, yaratılan Türk – İslam Sentezi’nin ortaya çıkarılmasına değiniyor. “Sanki başka inançlarda ‘Türk’ yoktu!” diyerek farklı inançlardaki Türklerin yaşadığı bölge ve ülkelere göndermede bulunuyor.

KİTAPTAN NOTLAR

- Hıristiyanlıkta reformun İncil’in Latinceden çevrilmesiyle başladığını, Atatürk’ün bunu 500 sene sonra yapmasının ortalığı karıştırdığının ve tartışmasının hala sürdüğünün altını çizerken, okuyucuya şu soruyu yöneltiyor: Avrupa hızla kapitalizm sürecine girerken, Osmanlı’ya yönelik “Niçin geri kaldı?” sorusu, yaşadığımız Cumhuriyet’in son yılları için de geçerli değil mi? Tarihe bakıldığında insanlığın büyük yıkım dönemleri olduğunu ve böyle dönemlerde ‘inanma’ ihtiyacının dışa vurulduğunu ifade ediyor: Meseleler hep ‘inanç’ temeli üzerinden kabul görüyor. Gerçekle bağ kopuyor, akıl dışıcılık her alana sirayet ediyor. Böyle dönemlerin ‘aydın’ı hep çoğunluğa uyuyor.

- Tağut düzenini yıkmanın tek yolunun düşünmek, şüphe etmek, sormak, daima aramak ve mücadele etmek olduğunu yoksa Batı’nın sömürüsünün sürüp gideceğini ifade ederek, Samir Amir’in şu sözlerine yer veriyor: “Küresel kapitalizm sürdüğü sürece Batılı güçler manipülasyonlarına devam edecek ve Siyasal İslam’ın varlığını sürdürmesini isteyecek. Biliyorsunuz, küresel kapitalizm ve Siyasal İslam partnerlerdir. Meşruiyet sağlamak için ikisinin de birbirine ihtiyacı var. ABD ve Avrupa’daki egemen sınıfların terörizme ihtiyacı var. Çünkü terörizmin yarattığı atmosfer sayesinde politikalarını ve güçlerini meşrulaştırıyorlar…”

- “Hiç popülizm yapacak, gereksiz yüceltmelerde bulunacak değilim; ayna tutmak zorundayım. Gördüğüm şu ne yazık ki: Değer kavramında büyük bir erozyon var. Paraya çevrilmeyen, paranın satın almadığı değer kalmadı. Herkesin dizginsiz güç peşinde olması ahlaki değerleri öyle önemsizleştirdi ki rezil olma kavramı bile unutuldu… Topluma ayna tutmak zorundayız. Yansıyanlar şunlar: yaratılan sahte ihtiyaçlar düzeninde her şeyin ölçüsü meta kültürü oldu. Hesap verilebilirlik, çoğunluğun umurunda olmamaya başladı; adalet talebi ‘gücü yetene’ dönüştü. 

- “Batı’nın ‘Avrupa Askeri Devrimi’ tezinin özü, “bize teslim olun” demektir… Batı’nın ‘Avrupa Askeri Devrimi’ tezinin özü, “silahı, mühimmatı bizden alın” demektir… Batı’nın ‘Avrupa Askeri Devrimi’ tezinin özü, güvenliği esas alıp bir korku iklimi yaratmaktır. Bu bağımlılık yaratma tezi Batı tekniklerine karşı çıkanları gerici despotik olmakla itham etmektir. Bu sebeple Batı, kendi silah sanayiine dünyayı muhtaç etti. Bugün hala, F-35 ile bizi yola getirmeye çalışıyorlar! Aman Allahım vermezlerse ne yapacağız?”