İstanbul 50 yılı aşan müzikal yolculuğuyla Jethro Tull’u ağırlıyor
Farklı tarzlarıyla ünü sınırları aşan gruplardan olan Jethro Tull’un kurucusu Ian Anderson, Folk müziğin ham, insancıl bir samimiyeti olduğuna inanıyor ve Rock’ın enerjisiyle birleşince dinleyicinin kalbine giden, nesillere ulaşan bir yol olduğunu ifade ediyor.
Günay DEMİRBAĞ
Rock müziğinin sınırlarını genişleten ve flütü bu türle buluşturan Grammy ödüllü efsane grup Jethro Tull, 23 Kasım’da Volkswagen Arena’da sahne alacak. Kod Müzik organizasyonu ve Pozitif işbirliğiyle gerçekleştirilecek konser, Rock, Folk ve Progresif müziği harmanlayan grubun performansına ev sahipliği yapacak.
1967 yılında Ian Anderson tarafından kurulan Jethro Tull, özgün müzik tarzıyla Rock dünyasında devrim niteliğinde bir etki yarattı. Folk, progresif rock ve hard rock gibi türleri kendine özgü bir şekilde birleştirerek, 23 stüdyo albümüyle Rock tarihine adını yazdırdı. 1971 yılında yayınladığı Aqualung albümüyle büyük bir çıkış yapan grup, 55 yılı aşkın kariyerinde dünya çapında 60 milyondan fazla albüm satışı elde etti.
Bugüne kadar 40’tan fazla ülkede 3000’den fazla konser veren Jethro Tull, geniş hayran kitlesini Volkswagen Arena’da bir araya getirmeyi hedefliyor. İkonikleşmiş tarzı ve enerjik performansı, İstanbul’daki müzikseverlerle buluşmadan önce grubun kurucusu Ian Anderson ile İstanbul ve Rock üzerine bir sohbet etme fırsatı yakaladık:
Müzik dünyasında 50 yılı aşkın süredir ikonik bir yere sahipsiniz. Bu uzun yolculukta müziğinizin hangi unsurlarının geliştiğini, hangilerinin zamana direndiğini düşünüyorsunuz?
Yıllar hem insanı hem de müziği şekillendiriyor, öyle değil mi? İşimizin içinde bir uyum var; zamanla değişim göstermek zorundayız, ama özümüzü kaybetmeden. Düzenlemeler, temalar ve enstrümantasyon doğal olarak evrildi, Folk ve Blues'tan Prog Rock'a ve hatta klasik etkilere kadar birçok yolda ilerledi ama bazı şeyler hiç değişmedi. Belki de şarkılara, her seferinde ilk kez dinlenecekmiş gibi yaklaşmamızdaki dürüstlüktür bu. Flüt de bu yolculukta hep yanımda olan bir arkadaş gibi; Rock için alışılmadık bir seçim, ama nasıl olduysa sesimizin DNA’sına işledi. O kökler, geleneksel olanla alışılmadık olanın birleşimi, zamana direniyor.
Müziğiniz, rock ve folk öğelerini birleştirerek benzersiz bir tarz yarattı. Bu tarzın dinleyicilerle nasıl bir bağ kurduğunu düşünüyorsunuz ve geleceği hakkında ne öngörüyorsunuz?
Rock ve folk’un birleşimi hiçbir zaman modaya uymakla ilgili olmadı, sadece içten gelen bir şeyi ifade etmenin bir yoluydu. Folk müziğin ham ve çok insancıl bir yönü var, sınırları aşarak insanlara dokunan bir samimiyet. Bunu Rock’ın enerjisiyle birleştirince, dinleyicinin kalbine bir hat çizmek gibi oluyor, nesiller boyunca onlara ulaşıyor. Geleceğe gelirsek, müzik hep şekil değiştirecek, öyle değil mi? Tarzlar ve zevkler değişebilir ama Folk-Rock’ın köklü bir yönü var, sıcak ve elle tutulur bir yanı var. İnsanlar bağ kurma arayışında olduğu sürece bu tarzın da bir yeri olacak.
“İstanbul, kendi ritmi olan bir şehir”
Uzun bir aradan sonra Türk hayranlarınızla yeniden buluşuyorsunuz. İstanbul’da sahneye çıkmak sizin için ne ifade ediyor? Türk hayranlarınızla bağınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
İstanbul, kendi ritmi olan bir şehir. Türk hayranlarımız bize yıllar boyunca olağanüstü bir sıcaklık gösterdiler, tarif etmesi zor bir coşku bu. Belki müziğimizdeki samimi ve anlamlı bir şey, bu bağı kuruyor. İstanbul, kültürlerin birleştiği, geleneğin günümüzle buluştuğu bir yer, tıpkı bizim müziğimizde hedeflediğimiz gibi. Yıllar boyunca bizimle olan hayranlarımızla bu yolculuğu paylaşmak için geri dönmek bir ayrıcalık.
Müzik sektörü geçmişten bugüne büyük bir dönüşüm geçirdi. Dijital dünyanın giderek yaygınlaştığı bir ortamda Jethro Tull olarak müziğinizi nasıl uyarladınız?
Günümüz müziği hakkındaki düşünceleriniz neler? Dijital çağ iki ucu keskin bir kılıç gibi, değil mi? Bir yandan müziğin çok hızlı yayılması, hayal bile edemeyeceğimiz sınırları aşması var. Diğer yandan ise gelip geçici bir hali var. Bugün bir şarkı çalınır, ertesi gün başka bir listede kaybolur. Sanırım, uyum sağlamamız, dinleme deneyiminin değiştiğini anlamaktan geçti. Ama günün sonunda, müzik hâlâ doğrudan bir bağ kurmakla ilgili; ister plak, CD, isterse de dijital platformlarda olsun. Bugünün müziğine gelince, orada çok fazla yaratıcılık var. Yine de bazen o eski, somut albümü, uzun bir hikayeye kendini adama hissini özlüyorum. Belki de bu biraz eski kafalılık ama işte öyle.
İlk albümünüzden bu yana birçok klasik parça ürettiniz. Türkiye'deki konserinizde hayranlarınız için hangi şarkıları çalmayı planlıyorsunuz?
Eski ve yeni şarkılar arasında nasıl bir denge kurmayı düşünüyorsunuz? Sanırım hayranlar tanıdık olanların yanı sıra yeni işlerden de birkaç sürpriz bekleyebilirler. Aqualung ve Locomotive Breath gibi şarkılar yerini buluyor çünkü zaman içinde birer marşa dönüştüler. Ama aynı zamanda The Zealot Gene ve RökFlöte gibi son albümlerimizden parçalar da çalmayı çok istiyorum. Her birinin kendi anlatısı var. Eski ve yeniyi dengelemek, geçmişe saygı göstermekle bugüne bağlı kalmak arasında bir denge kurmakla ilgili.