Eko-Mitolojik bir kitap: Ateş Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları
Ateş Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları, Buket Uzuner’in tabiat dörtlemesi olarak 2008 yılında başladığı "Su, Toprak, Hava" serisinin sonuncu kitabı. Yazarın takipçileri arasında merakla beklenen Ateş, haftalardır çok okunanlar listesinde kitapevi raflarında okuyucuları ile buluşuyor.
Buket Uzuner, Hacettepe Üniversitesi, Norveç Bergen Üniversitesi, ABD Michigan Üniversitesi’nde çevrebilim ve biyoloji üzerine eğitim aldı. Aktivist, çevre bilimci, feminist, hayvan ve çevre hakları savunucusu Uzuner, sayısız ödülün de sahibi.
Hikâye ve gezi kitaplarının yanı sıra İki Yeşil Su Samuru ile başlayan, çevre bilinci etrafında oluşan romanlarının satır araları bizlere korunması gereken ekolojik dengenin ipuçlarını veriyor. Eko-mitolojik serinin dördüncü kitabı ‘Ateş’ için sorularımızı yönelttiğimiz Buket Uzuner ile söyleşimize tabi ki çevre konusundan başladık:
Son 15 yıldır eko-mitolojik romanlar yazıyorum Biyolojik ve çevresel olarak dünyayı tehdit eden problemler konusunda ne düşünüyorsunuz?
1970 ve 80’lerde “Kızım ekoloji okuyor, çevrebilim yüksek lisans için Norveç’e gitti” diyen annemle babama “Buket bahçe düzenlemesi, peyzaj eğitimi almak için mi taa Kuzey Kutbu’na gitti?” diye sorar, onlar da hiç üşenmeden suyun, toprağın, ağacın, havanın, gıdanın incelenmesiyle ilgili çevreciliği tek tek açıklarmış.
Hatta ilk romanım ‘İki Yeşil Susamuru’nun rengini Türkiye Yeşiller Partisi’nden aldığını açıkladığımda 1991 yılında edebiyatta çevre sorunları ve yeşil siyaset konusu yeniydi ve tartışmalar yaşanmıştı. Oysa Yaşar Kemal ustamız ‘Deniz Küstü’ ve değerli botanikçimiz Prof. Hikmet Birand’ın ‘Alıç Ağacıyla Sohbetler’, Halikarnas Balıkçısı, Fakir Baykurt, Sait Faik gibi günümüzde ‘iklim kurgu’ denen aslında tabiat yazını veya ekoeleştirel edebiyatın öncüleridir.
Dünyayı, kendisi dâhil tüm canlılara zindan eden insan faaliyetlerinin bu yüzyılda artık çok daha büyük yıkımlara yol açması bence yalnızca teknolojik ilerlemenin değil, etik çöküşün ve nüfus artışının da etkisiyle oluşmaktadır.
Tabiatın parçası olduğunu unutup, büyük bir kibirle tabiatın efendisi olduğu kibrine kapılan insan, suya, toprağa, ağaca, havaya, insan-dışı tüm canlılara, börtü böceğe mal gözüyle bakmaya başlayınca ahlaki çöküş başlamış ve devam etmektedir. Bu nedenle son 15 yıldır tabiata hayranlık üzerine kurulu eski inancımız Kamlık (Şamanlık) geleneklerimizi merkeze alan eko-mitolojik romanlar yazıyorum.
Ateş Uyumsuz Defne Kaman’ın maceraları bir dörtlemenin son kitabı. Önce Su, Toprak, Hava ve son olarak Ateş. Mardin’de geçiyor. Sınır tanımayan insanların macerası ile yön bulan romanda Mardin’le oluşturduğunuz bağ deprem sonrasında nasıl şekillendi, neler hissettiniz?
Klişe gibi olacak ama bazı klişeler doğrudur. Örneğin insan, bir insanı veya şehri kültürü tanımadan sevemiyor, bunun tam tersinin de doğru olduğunu bizzat deneyimleyerek öğreniyorum.
Örneğin, ‘Toprak’ romanı mekânı Çorum, ‘Hava’ mekânı Kayseri, ‘Gelibolu’ mekânı Çanakkale’yi oralarda 3-5 yıllık araştırma ve çalışma sonunda tanıdıkça neredeyse oralı olmuşluk duygusu ediniyor insan. Yemekleri, türküleri, efsaneleri, yerel gelenekleri gibi özellikler, kendi kültürünüze ekleniyor ve zenginleşiyor, oralı dostlar ediniyor, bazılarıyla ilişkiniz de ailecek devam ediyor. O şehirlerin adını duyduğunuzda sanki hemşerisiymişsiniz gibi kulak kabartıyor, ilgileniyorsunuz.
Bizim apartman görevlimiz toprağın, ağacın dilinden anlayan, sevecen bir insan yani bence tipik bir Çorumlu ve benim anlattığım Çorum anılarıma bakarak beni de uzun yıllar Çorumlu sandı, ben de düzeltmedim, çünkü artık biraz Çorumlu, Kayserili, biraz Mardinli, Çanakkaleli olmuşumdur herhalde.
Son göz ağrım, ‘Ateş’ romanı mekânı Mardin de öyle. Mardin’i hem tanıdıkça daha çok sevdim hem de kültürel zenginliğine hayranlığım arttı. 6 Şubat Depremi büyük bir felaketti, dostlarımın ve kuzenimin yaşadığı şehirleri vurdu. Depremin değil, hukuk ve etik yoksulluğumuzun acısını milletçe çektik. Deprem yaralarımız sarılınca durumu iyice değerlendireceğiz çünkü: “Ateş sadece düştüğü yeri yakmaz, Ateş, düştüğü yerin çevresindekileri de yakar. Ateş karanlığa gizlenmiş yalan ve sırları ortaya saçar. Ateşin yarattığı kayıp ve kazançlar, ancak o söndüğünde anlaşılır.”
İklim krizinden etkilenmeyen canlı kalmadı
Hava Kayseri’de geçiyor, Su İstanbul Marmara Denizi’ni merkeze alıyor, Toprak Çorum’da ama hepsinde bir kayıp hikâyesi var ve hepsi ismiyle ilgili mitlerle, mitolojilerle birleşiyor, hayvan karakterleri ile özdeşleşiyor. Tüm seri için metaforik ve mitolojik anlatı diyebilir miyiz? Soyut ve somut karakterler, Defne Kaman mitolojik kahraman formunda Umay nine şifacı ve bilge eczacıyı nasıl oluşturdunuz, nereden esinlendiniz?
Biliyorsunuz insanlık tarihinde birçok kültü gelenekte evrenin dört temel unsurdan meydana geldiğine inanılmış. Su, toprak, hava ve ateş elementleri, daha genel anlamda tabiata duyulan hayranlık ve korku sembolleriyle mitler, efsaneler yaratılmış, bu destanlar kuşaklar boyu zenginleşerek dilden dile aktarılmış.
Ben de şimdiki zamanda Türkiye’deki sorun ve hayallerimizi kültürel tarihimizde kutsal yer tutan yunus, geyik, kartal ve kanatlı at Tulpar sembollerini kullanarak yeniden, yeni bir dille anlatmayı istedim.
Başka bir deyişle, insanlığın bir zamanlar kutsal kabul ettiği, uğruna adaklar adayıp, dağlara taşlara adını, simgelerini kazıdığı, duyduğu büyük hayranlığın nişanesi olarak onu en değerli varlığı olan annesiyle özdeşleştirip, hemen tüm dünya dillerinde “Tabiat Ana”, “Toprak Ana” diye adlandırdığı, mukaddes gök, aziz su, hayat ağacı gibi hikâyeler kurmuş olduğu tabiata, son yüzyıllarda büyük ihanet içinde olması (olmamız) artık sadece akademik alana sıkışıp kalmış bir sorun olmadığını haykırmak istedim.
Çünkü dünyada artık iklim değişikliği ve iklim krizinden etkilenmeyen hiçbir canlı kalmadı. Bundan en fazla etkilenenlerse yine kadınlar, çocuklar ve insan-dışı canlılar. İklim krizini yaratan açgözlü ekonomik düzen, sınıfsal ve siyasi bir yozlaşmadır, merkezine çevre ve doğayı alan siyasi düzen kurulmadan çözülemez.
Karakterlerin isim, soyadlarını, kişiliklerini oluştururken nasıl bir araştırma yapıp hangi kişilik özelliklerinin olmasına dikkat ettiniz?
Her roman yazarının farklı çalışma yöntemleri olmalı, ben karakterlerle çalışmayı seviyorum. Yani hikâyeyi kurarken karakterlerin soy ağaçlarını iki kuşak geriye doğru şemalarla çalışarak işe başlıyorum.
Karakterlerin dede ve ninelerine kadar tanımanın en büyük yararı onların sağlam olması, kendinden beklenmeyecek bir şey yapmaması yani ete kemiğe bürünmesini sağlamaktadır. Bu öyle bir canlanma ki, 1996’daki “Kumral Ada-Mavi Tuna”dan başlayarak roman karakterlerimin adlarını çocuklarına veren yüzlerce okurun teveccühüyle onurlanıyorum.
“Tabiat Dörtlemesi” romanlarında mitolojiden yararlandığım için insan adlarında daha sembolik tercihler ağaca dönüştüğü düşünülen Batı Anadolu İyon-Yunan Mitolojisi’nden Defne’yi, Anadolu Bektaşi Türk geleneğindeki Musa Abdal efsanesindeki geyiğe ithafla Karaca’yı, Türklerin önemli destanlarından Manas’taki Prenses Ayçöreği ve Ayperi’yi, 15.yy’da Kayseri’de şifahane ve tıp okulu kuran Selçuklu kadın sultanı Gevher Nesibe Prensesi, İran kökenli Mezopotamya efsanesi Şahmeran’ı, Arap Masalcı Şehrazad’ı, insanlık tarihinin ilk yazılı antlaşmasına mühür basan Anadolu’nun çok önemli uygarlığı Hitit Kraliçesi Puduhepa’yı andım ve adlarını kullandım.
Çünkü bugünkü kültürümüz bütün bu zenginliklerin mirasıdır. Bunu unutmayalım istiyorum: çok kültürlülük güçtür, zenginliktir, ayrımcılık zayıflıktır, yok oluştur.
Tabiat Ana ve Toprak Ana’nın dişi olması tesadüf değildir
Kitaplarınızda dişil enerjinin gücü ve mükemmelliği hissediliyor. Bu mitolojiden mi geliyor, simgeledikleri nelerdir, anlatır mısınız?
Kadınlar, hayatın ve uygarlığın kurucu ve devam ettirici gücüdür. İlk eczacı ve hekimler, o zamanki adıyla otacı ve şifacılar, ilk hikâyeci ve masalcılar ve çiftçiler, yani sadece doğurup, besleyen ve büyüten değil, yaşatan ve devamlılığı sürdüren de kadındır. Dünya kültürlerinin çoğunda Tabiat Ana ve Toprak Ana’nın dişi olması bir tesadüf değildir. Bu gerçeklere rağmen kadının yalnızca sosyal hayatta değil, sanat ve edebiyatta da temsili hâlâ çok azdır.
Dünyayı binlerce yıldır yaşlı erkekler (kral, sultan, han, başkan vbg) güç ve sermaye temelli olarak yönetmekte, bu yüzden savaşlar, insan ve tabiat kıyımları sürmektedir. Bir erkek yazar olsaydım da tabiat ve iklim merkezli bu dörtlemenin iki ana karakterini yine kadın olarak kurardım. Bunlar gerçeğin peşinde koşan dürüst bir gazeteci kadınla, onun eczacı-şifacı, eski Türkçede yaşlı bilge kadın anlamına gelen ‘kocakarı’ ninesidir.