Zor zamanların zor kararı
Geçtiğimiz hafta iki iş adamı dostumla sohbet fırsatı buldum. Birincisi Türkiye’nin sıfırdan başlayıp uğraşa, didine maddi ve manevi başarıya ulaşmış eski iş adamlarındandır. Tanışıklığımız yirmili yaşlarımıza gider. O zamanlar ben ODTÜ’de akademik kariyerinin birinci yılında bir asistandım o da yedek subaydı. Bir işi falan da yoktu. Terhisten sonra şimdi hala uğraştığı iş kolundaki bir işletmede yönetici olarak başladı. Şimdi aynı iş kolundan, işleri büyük olasılık çocuklarına devrederek patron statüsüyle emekliliğini bekliyor. Dertleşmemizin konusu malum iktidarın yok, vatandaşın var dediği ekonomik sıkıntı. Başka iş adamlarını bilmem ama bu dostum “Geçtiğimiz eylül ayıyla başlayan ciddiyetteki bir krizi elli yılık iş hayatımda görmedim” dedi. İkincisi ülkemizin en önemli iş kollarından birinde çalışan bir üst düzey yöneticisi. O üst düzey yöneticisi olarak işlerinin %60 düştüğünü söyledi ve “Eskiden bir günde yaptığımız işi bir haftada yapar olduk. Ona göre küçülmemiz gerekecek” dedi.
Biliyorum şimdi seçim zamanı. Dikkatler seçime yoğunlaşmış vaziyette. Ülkenin ekonomisinden sorumlu olanlar ‘şüyuu vukuundan beterdir(1) ’ diyerek sıkıntıları olanak ölçüsünde, hatta bazen olanakları zorlayarak hafife almaya çalışırken, karşıt görüşlüler de tersini yapıyorlar. Her seferinde yazıyorum şu anda seçim ekonomisi var. Var ama bir de geçim ekonomisi var. İşletmelerin geçimi var, işletmelere sermaye koyanların geçimi var, işletmelerde çalışanların geçimleri var. Benim gördüğüm geçim ekonomisinde bazı sıkıntılar var ve bu sıkıntılar kısa dönemde yok olacağa benzemiyor. Eğer en azından “Evet bazı iş kollarının bazı şirketlerinde geçim sıkıntısı var ve kısa dönemde ortadan kalkacağa benzemiyor” diyorsanız bu yazının geriye kalan kısmını okuyabilirsiniz. Yok “Yok efendim! Hiç bir iş kolunun hiç bir şirketinde geçim sıkıntısı yok. Var gibi görünenlerinki de de kısa vadeli” diyorsanız okumasanız da olur.
2013 yılı yazında Romanya’da şirket iflaslarının Sırbistan’dan sonra rekor seviyelere yükselmesi sonucu Casa de Insolventa şirketinin 650 iflası kapsayan incelemesi batak işletmelerin yarısından fazlasının batma nedenini ‘aşırı borçlanma’ olarak belirlemiş. Aynı araştırmanın bir başka bulgusu ilginç. Batak işletmelerin yönetimlerinin %90’dan fazlası işletmelerinin batmakta olduğunu işletmelerin dönülemeyecek noktaya gelmelerinden ancak 18 ay sonra anlamışlar. Yani işletme yönetimleri iflasın kaçınılmaz hale gelmesinden ortalama 18 ay sonra uyanmışlar! Sizin anlayacağınız bu yönetimler hem işi batırmışlar hem de işi batırdıklarını anlamaları bir buçuk sene sürmüş. Romanya’da bu yıllarda 25 binden fazla işletmenin battığı düşünülürse 23 bini aşkın işletmenin yöneticisini beceriksizlik ve zihinsel engelli olmakla suçlamadan önce bu nasıl oluyor diye bir düşünmek gerekir. Bu kadar adam birden beceriksiz ve aptal olamayacağına göre bunun bir açıklaması olmalı diye düşünmek doğru olur. Doğrudur da. Bunu da bir başka yazıda irdeleriz. Bu yazıda şirket iflas noktasına gelmeden uyanan yöneticiler için dikkate alınması gerekli konulardan birine, onun da bir yönüne değinmek istiyorum: Tasarruf ve tensikat.
Geçim sıkıntısına düşen işletmelerin ilk akıllarına gelen önlemlerin başında, doğal olarak, işletme maliyetlerini düşürme bunu yapmanın en çabuk yolu olarak da başta iş gücü azaltma, yani tensikat, yani Türkçesi işten insan çıkartmak gelir. Çalışma hayatımın en zor kararları tensikat kararlarıydı. İşten insan çıkartmak, tatsız iştir. Doğru yapılması zor iştir. Hele işten çıkaracağınız elemanı işe siz aldınızsa. İşe eleman alırken kılı kırk yaran bir sürü yöneticinin işten insan çıkarırken o derecede titiz davranmadığı, en azından benim deneyimlere göre, oldukça yaygın gözlenen bir eksikliktir.
İşten adam çıkartmak masrafları kısmanın en kestirme yolu olduğu için bir çok yönetici tarafından ilk akla gelen önlemdir. Gerçekten de maaş, vergi, sigorta vs. İle ayda X liraya mal olan birini işten çıkarırsanız, bir sonraki ay bordro masraflarınız X lira düşer. Bununla beraber iş gücü azaltmak sıfır maliyetli bir eylem değildir. Bir kere biri işten çıkarılınca işi terk eden şey bilmem kaç kilo et ve kemik olmuyor. O gidenle beraber o kadar yıllık iş bilgisi, iş deneyimi ve iş ilişkileri de gidiyor. Geride kalanların büyük çoğunluğu zil takıp oynamıyorlar işletmede iş motivasyonu ve moral düşüyor, iş yükü artıyor. İşler düzelince gidenin yerine eleman bulmak bir mesele haline geliyor. İşletmenin imajı en azından güvenilirlik açısından zedeleniyor. Bunun gibi nedenlerden ‘tensikat’ ilk değil son çare olarak değerlendirilmeli tavsiyesini yapıyorum ama bu tavsiyenin çok da popüler olacağını sanmıyorum. Bu nedenle önerimi tensikata en azından diğer maliyet düşürücü önlemler irdelenmeden girişilmemelidir diyerek değiştiriyorum.
Tensikata geçmeden yapılabilecek bir kaç şey var. Söz gelimi, işe alımları her seviyede dondurmak yani, yeni personel almamak; maaş ve ücretleri dondurmak; geçici elemanları işten çıkarmak; gönüllü emeklilik ve ücretsiz izin programları başlatmak, gibi. Bunlara rağmen hala sıkıntı varsa ve tensikat zorunlu görülüyorsa da bu işi yapmanın da bir doğrusu bir de eğrisi var.
Öncelikle terbiyeli olun. Kendi vicdanınızı rahatlatacak diye işten adam çıkartmaya bahane yaratmayın. Sudan, kaprisli, öfkeye dayalı sebepler uydurmayın. Bahane sizi gece rahat uyutuyorsa kendi kendinize söyleyin. Bunun aksi terbiyesizliktir ve gereği yoktur.
İşletmeler tensikat her an olacak gibi hazırlanmamışlarsa işten adam çıkartma çok zor olur. Her şeyden önce işletmelerin insan kaynakları sorumlularını ve varsa bölümlerini (İK) mali kaynaklar, stratejik ilişkiler, tesisler ve altyapı, enformasyon ve know-how kaynakları sorumluları gibi üst düzey yöneticisi olarak görmeye alışmalıdırlar. İK sorumlularını personelin özlük işleri ve bordro yazılımı kullanmaya kısıtlamak yanlıştır. Bakın bir elemanın işten ayrılması ile neleri düşünmeniz gerekiyor:
Elemanın bilgi işlem, telefon, alarm sistemlerine erişimlerini, binalara giriş çıkışlarını düzenleyen şifreler, kodlar, kartlar, ve anahtarların iptali; elemanın üstüne kayıtlı demirbaşın iadesi, şahsa ait olmayan e-posta hesapları, telefon rehberleri, elemanın kalan izin günleri, hastalık izinleri, sigorta ödemeleri, emeklilik fonları, üzerlerinde kalan avanslar, kapanmamış masraf hesapları, işletmeye ait bilgilerin gizliliklerinin ve ‘rekabet yasağının’ gözetilmesi. Ayrıldıktan sonra eleman hakkında bilgi isteyenlere bilgi verme yazılı izninin elemandan alınması, ve eğer söz konusuysa adres değişikliği bilgilerinin temini bile işten çıkarma prosedürlerinin parçalarıdır. Bu ‘işe son verme kontrol listesini’ uygulamaya İK daha eleman işteyken hazırlamalıdır. Yoksa işletmenin başı, bir kısmı yasal olmak üzere bir sürü belaya girer. Sizin anlayacağınız hayatta işten birini çıkartmak patronun ‘kusura bakmayın yollarımızı ayırmak istiyoruz’ demek kadar kolay ve basit değildir.
Tüm hazırlıklar tamam ise bu tatsız işe ‘ben zor kararların adamıyım’ psikozuna saplanmadan tevazu ve kibarlıkla girişebilirsiniz. Bunu yaparken de ilk kural gönül kırmamaktır. Dedim kibar olun diye. Değmez. İnsanları işten gönüllerini alarak, onları şereflendirerek ve yücelterek de işten çıkartabilirsiniz. Özellikle işletmeye senelerini vermiş elemanları ‘kovulmuş’ gibi değil ‘emekli’ olmuş gibi gönderin. Bir kaybınız olmaz. Bu bir zaaf değil terbiye ve kadirşinaslık hasletidir.
Yukarıda sıraladığım kontrol listesindeki şeyleri sağlamak şartıyla bir kaç tavsiye daha:
1) Tüm işe son verme bildirimini (İSB) yüz yüze yapın. Mektup, e-posta, SMS, telefonla asla;
2) Damdan düşer gibi İSB vermeyin. Elemanın haberi olsun;
3) Konuşmanız gizli olmasın. Söz gelimi varsa üst düzey İK yöneticisi gibi bir şahit bulundurun;
3) İSB kısa ve özlü olmalı. Çok konuşmayın;
4) Kararın kesin olduğunu açıkça belli edin;
5) Konuşmayı ‘haydi yallah’ şeklinde kabaca sonlandırmayın.
İşten ayrılan elemana, hani öyle lafta değil gerçekten, hayatını düzene koyması için ne gibi yardımlar yapabileceğinizi anlatın ve bunları yapın; ve unutmayın herkese aynen uygulanabilecek ideal bir ‘işten çıkarma’ konuşması yoktur.
Sağlıcakla kalın
--------------
(1) Terimin anlamını tam bilmeyen genç okurlar için TDK’ya göre ‘şüyuu vukuundan beter’ bir şeyin dedikodusunun yapılmasının, onun gerçekleşmesinden daha kötü olduğunu vurgulamak için kullanılan bir sözdür