Zenginlerin en fakiri, fakirlerin en zengini
Geçen yıl Cumhuriyet’in 90’ıncı yılında “90 Yılda Türkiye Dünyanın Neresinde” başlıklı bir kitapçık hazırlayıp Portakal Pazarlama Danışmanlığı’nın web sitesinden dağıtmıştık. Kitapçıkta, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal göstergelerde 90 yılda nereden nereye geldiği konusunda veriler ve değerlendirmeler yer alıyordu.
Bu tarihsel verilerle birlikte OECD ülkeleri içinde Türkiye’nin ekonomik ve sosyal açıdan yerini de yine tablolarla ortaya koymuştuk. Dileyenler bu çalışmayı indirebilirler. Bu kitapçıktan ürettiğimiz infografiği ise Pazarlama 3.0 blogumuzdan görebilirler.
Son birkaç yılda yaşadığımız olaylar bende “nedense” 21’inci yüzyılda ileriye doğru değil de sanki Emile Zola’nın 1860’ların Kuzey Fransa’sında bir madenci kentini anlattığı Germinal romanındaki koşullara doğru evrildiğimiz hissini yaratıyor. Bu nedenle 90 yıllık verilere “gerçekten ne kadar yol kat etmişiz” diye dönüp bir bakma ihtiyacı duyuyorum.
Evet, bazı konularda başarılı olduğumuz ortada. Sağlıkta, eğitimde epey yol kat etmişiz. Cumhuriyet kurulduğunda, yüzde 20’si bile okuryazar olmayan, ortalama 36 yıl yaşayabilen 12 milyonluk bir ülkeyi, 75 yaşın üzerinde yaşam beklentisi olan, yüzde 100’e yakını okuryazar 75 milyonluk bir ülke haline getirmişiz.
Fabrikalar kurmuş, sanayi üretimini ve ihracatını artırmış, tarımsal üretimiyle karnını doyurmuş, 1923’te bugünkü fiyatlara 2 bin lira olan kişi başına milli geliri 90 yılda 20 bin liraya yükseltmeyi başarmışız. Yine bugünkü fiyatlarla toplam milli hasılamızı 54 kat artırarak dünyanın 17’nci büyük ekonomisi haline gelmişiz. İşyeri sayımız 33 binden 2,5 milyona, işçi sayımız 70 binlerden 11 milyonun üzerine çıkmış.
Dış ticarette de epey yok kat ettik. İthalat ve ihracatımızın toplamından oluşan dış ticaret hacmimiz 1927’de 188 milyon dolardı ve dünya ticaretinin binde 3’ünde pay sahibiydik. Şimdilerde ise dış ticaret hacmimiz 400 milyar doların üzerinde ve dünya ticaretinin yüzde birinden fazlasını biz gerçekleştiriyoruz.
Tabii bütün bu ekonomik gelişmelere paralel olarak, doktor ve diğer sağlık personeli sayımız, öğretmen sayımız hatırı sayılır derecede arttı. Ancak gelgelelim, ulaştığımız bu noktada saplanıp kalmış durumdayız. Zira biz büyümek gelişmek için çabalarken, dünyanın geri kalanı da aynı şekilde hatta bizden daha hızlı büyümeyi başarıyor.
Geldiğimiz şu aşamada ne yaparsak yapalım, ne kadar çabalarsak çabalayalım, ne ulusal gelirimizi ciddi bir şekilde artırabiliyoruz, ne de sosyal göstergelerimizde dramatik bir iyileşme sağlayabiliyoruz. Örneğin dış ticaretimiz hep ekside gidiyor. İhracatımızı ne kadar artırırsak artıralım, hep sattığımızdan fazlasını dışarıdan almak zorunda kalıyoruz. 1923’de yüzde 58 olan ihracatın ithalatı karşılama oranını 90 yılda ancak yüzde 64’e yükseltebilmişiz. Bu nedenle ensemizde hep bir cari açık baskısıyla büyüyoruz ve ortalama performansımızda hiç bir iyileşme sağlayamıyoruz. 90 yıllık büyüme performansımız yılda ortalama 4,59. En yüksek büyüme temposu yakaladığımız yıllar olan 1948-60 arasında yılda 5,58 büyürken, yere göğe koyamadığımız son 10 yılın büyüme ortalaması ise yüzde 5,1 düzeyinde.
Büyümedeki bu nefessizliğin en önemli nedeni kuşkusuz iç tasarruf oranındaki yetersizlik. 1970’lerde ve 1990’larda yüzde 22’lere yükseltebildiğimiz iç tasarruf oranı 2000’lerde yüzde 18’e şimdilerde ise yüzde 14’e gerilemiş durumda. Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın binde 7’sinin üstüne bir türlü çıkartamadığımız Ar-Ge harcamaları ise büyümedeki bu tıknefesliğin bir diğer önemli nedeni.
Peki sonuç?
Sonuç ortada; Birleşmiş Milletler’in insani göstergeleri açısından bakıldığında, Türkiye 34 OECD ülkesi arasında hep son sıralarda yer alıyor. Yaşam beklentisi ve ortalama okullaşma yılı sıralamasında 34’üncü, kişi başına satın alma gücü ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği açısından ise 33 sırada. Bu konularda Türkiye’nin gerisinde yalnızca Meksika bulunuyor. Küresel rekabet gücü açısından ise Türkiye OECD ülkeleri arasında 28’inci sırada yer alıyor.
Bulunduğumuz yeri kısaca tarif etmek gerekirse, zenginlerin en fakiri, fakirlerin en zengini konumu. Yani doğu ile batı arasında kalmamız gibi zenginlikle fakirlik arasında da kalmışız. Ticaretteki azmimiz ve çalışkanlığımız bizi fakirlikten kurtarıyor, ama bir türlü de zenginleştiremiyor. Bu tespiti yapıp bu hafta noktamızı koyalım.
Cumhuriyet’in 91’inci yılında bu verilerin veya ekonomik ve sosyal açıdan dünyanın neresinde bulunduğumuzun ne gibi bir önemi olduğunu soranlar çıkabilir. Önemli, üstelik yıldan yıla, günden güne hatta saatler geçtikçe daha da önem kazanıyor. Çünkü daha önce de dediğimiz gibi, şimdiye kadar yaptıklarımızı tekrarlayarak farklı bir sonuç elde etmemiz mümkün değil. Günümüz dünyasında veya şöyle diyelim; tarihin bulunduğumuz şu noktasında net bir karar vermek durumundayız. Ya Emile Zola’nın Germinal’inin geçtiği kasabaya doğru daha da ivmelenerek yol alacağız, ya da kendimize daha iyi ve yeni bir hayat kurmaya karar verip bunun için gerekeni yapacağız.
Haftaya bir türlü zenginlemememizin ekonomik olmayan nedenlerini ele alacağız. Bizi hangi başarısızlıklarımızın fakir bıraktığını, hayatlarımızdaki kalitesizliğin ekonomik olmayan nedenlerini tartışacağız.