Zamane tavukları neden jöle bırakmıyor, bunlar yoksa zaten eksik mi yedi

Yavuz DİZDAR
Yavuz DİZDAR [email protected]

Geçen hafta başladığımız 'zamane tavukları' konusunu incelemeyi bu hafta da sürdüreceğim. Herkesin bildiği üzere UHT sütler ve homojenize yoğurtların ömürlerinin 'çok uzun' olmasına ve asla ekşimemelerine karşılık endüstriyel zamane tavukları çok kısa sürede pişiyorlar, daha beyazlar, pişirdiğiniz zaman çok fazla kokmuyorlar ve suları da jöle oluşturmuyor. Bu durumun farkında olan genç kuşak değil, benim de içinde bulunduğum, eskisini bilen ve hala unutmamış olan kırk küsur yaşındakiler, zira bir değişim yavaş yavaş olduğunda, her ne hikmetse bir süre sonra eskisi de artık unutulduğunda, sanki hep öyleymiş gibi algılanıyor. Anneler artık pilava bulyon veya hazır jöle katıyor, yani bu tavuklar terkip itibarıyla zaten bir miktar eksik görünüyor.

Endüstriyel tavukçulukta yaygın kullanılan Broiler tavuklar zaten biraz sorunlular, o yüzden özel hijyenik ortamlarda yetiştirilmeleri ve özel yemle beslenmeleri gerekli. Ancak sağlıksız olan sadece tavuklar değil, bunları etinden yararlanacağımız bir nimet olarak değil de, bir et fabrikası olarak gören insan zihniyeti. Broiler soyların geliştirilmesi de bu garip düşünceye dayanıyor, "göğüs eti büyük tavuklar" isteniyor, bacakları taşımasa bile ağırlıklarını (1). Peki ama, uçamayan kuşun göğüs eti nasıl büyür? Bizim yerli üretici o nedenle üniversitelerin ilgili bölümlerinden destek alıyor. Aynı bölümlerden arkadaşlarımızdan oluşan Biyogüvenlik Kurulu GDO soya ve mısırın yem amacıyla ithalatını "sorun yoktur" diye serbest bırakalı beri, tavuklar da GDO yemle besleniyor. Yani GDO'nun endüstriyel tavuk üretimindeki payı yüzde 100. Bizim ülkemizde çok fazla bulunmadığından, yem için gereken soya, mısır ve gerekiyorsa küspesi (endüstride bizim önümüze gelen diğer ürünler hariç) genellikle Arjantin ve ABD'den ithal ediliyor. Soya küspesinin kokuşmadan nasıl bu kadar yolu alabileceğine benim aklım basmadı, ancak şeker pancarı küspesinin de uygun paketlendiğinde aylarca kokuşmadan kalabileceği anlatılınca, soya küspesinin de tankerlerle gelebileceğine ikna oldum. Çünkü küspe proteinden zengin bir ürün, ister istemez kokuşmaya da açık, havayla temasını keserseniz olasılıkla kokuşmayı da önlemiş oluyorsunuz.

GDO'lu yediğin, Biyogüvenlik Kurulu kararlarından nasıl bu kadar emin?

GDO'ların sağlık riskleri konusunda ben de burada çok şey yazdım, ancak Biyogüvenlik Kurulu riski gösteren kanıt bulamadığından ithalatlarını serbest bıraktı. Buradaki temel düşünce sanırım şudur; bu yemi yiyen tavuklar ve inekler ölmediğine göre, bunların etlerini yiyip, sütlerini içen insanlara da bir zarar gelmez. Çok mantıksız görünmüyor, önemli bir nokta hariç, o da zaman faktörü! Tavuklar 45 günde kesiliyor, ineklerin ne zaman kesime gönderildiğini bilmiyorum, ama insan ömrüyle kıyaslandığında her iki süre de çok kısa görünüyor. Dahası GDO üreten dev şirketlerin ve bunları destekleyen akademinin "uzun süreli güvenlilik denemeleri" hiç yok! İşte ben o yüzden Biyogüvenlik Kurulu'nun nasıl bu kadar kendinden emin kararlar verebildiğini, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nın da nasıl bu kadar kolay kabullenebildiğini hiç anlayamadım. Yarın bir gün sorun çıksa "pardon!" mu diyecekler? Bitkilerde genetik oynamanın neden yapıldığı sorusunun cevabı da çok net değil, artan dünya nüfusu nedeniyle değişik iklim koşullarında üretilebilen soylar geliştirildiği şeklinde yuvarlanıyor. Oysa her yerin üretim biçimi kendine özgü, zaten GDO'lar da çölde tarımı olanaklı kılmıyor. İlk üretim amacı domatesin şehre gönderilirken bozulmaması için kabuğunun kalınlaştırılması şeklinde ortaya çıkıyor, bunu deneyen aslında batıyor, ama derken işe tarım devleri giriyor. Biyoteknolojinin de gelişmesiyle birlikte durmadan yeni GDO üretiliyor. Bugün üç ana üründe hakimiyet söz konusu, bunlar soya, mısır ve pamuk. Çok daha detaylı bilgi almak isteyenler Kenan Demirkol'un "GDO Çağdaş Esaret" adlı kitabını okuyabilir (1). En fazla aktarılan genlerden biri de glifosat denen ot ilacına direnç sağlayan gen. Beni ziyarete gelen çiftçiler "mesela mısıra atıyoruz, mısır 'böööyle' büyürken, yabani otlar da 'şöööyle' küçülüyor" diye anlatıyor, çapalama (çabalama) derdi de ortadan kalkıyor. Peki, o halde sorun ne? Bir sorun şurada, ilaca karşı bir süre sonra yabani otlarda da direnç geliştiğinden (gen kaçışı da olabilir), bu kez bilek kalınlığında otlar türüyor ve bunlara bir şey yapamıyorsunuz. İkinci bir sorun, GDO'lu tohumlar, her ne kadar ülkemizde ekilmeleri yasak olsa da, bazen "terminatör gen" denen teknolojiyle de donatılabiliyorlar, yani bunların tohumundan gelecek sene ekerseniz bir şey çıkmıyor. Bu durumda ister istemez tohuma bağımlı hale geliyorsunuz, olsun o da dert mi, zaten firmalar bu tohumları temin ediyor; eh malum "globalleşme" çağındayız.

Bunca sıkı denetim altında, neden çalar bu tavuklar mesele jöle olduğunda?

Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği'nden (BESD-BİR) bana aktarılan Ross Broyler Sevk-İdare El Kitabı (2009) ve Karma Yem Besin Madde Değerleri (2007) kaynaklara göre gerçekten her şeyi iyi düşünülmüş bir üretim sistemi söz konusu. Çok büyük kapalı alanlarda, aydınlatma kısmen yapay gerçekleştirilse de, sulamadan havalandırmaya, biyogüvenlikten aşılamaya kadar her bir ayrıntı çok iyi düşünülmüş. Yemler 0-10 gün, 11-24 gün ve kesime kadar olmak üzere üç gruba ayrılıyor, dane buğday da veriliyor. Yem kitabının dip notlarında "yöreye ve ihtiyaca göre değişiklik yapılabileceği" bildiriliyor ve üretici yem kalitesi konusunda uyarılıyor. Tamam, biraz fabrikasyon usulü üretim yapılıyor, ama kalite açısından bütün bunca çaba varken, yine de bu zamane tavuklarının jöleden nasıl çaldığı açıklanamıyor. Şimdilik ileri sürebileceğim bir tek açıklama var, o da bazı üreticilerin bu titiz çabalara gerektiği gibi riayet etmediği. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim, piyasadaki bildiğiniz bütün tanınmış markalar BESD-BİR üyesi olduklarından (toplam 28 üretici), bu açıklama da mantıklı gelmiyor. Bu durumda ister istemez çalışmanın deneysel aşamasına geçmek gerekiyor, İstanbul gibi bir şehirde gerçek tavuk bulabilmek pek olası görülmese de, Beyoğlu Balıkpazarı'nın orta kolunda bildiğim birkaç eski tavukçu vardı, öncelikle onları araştıracağım, sonra biraz da marketlere bakacağım. Ne günlermiş o günler, kafesler içinde, kamyonla canlı tavuk gelirdi, siz seçerdiniz, onlar kesip yolar verirdi. Ah o eski güzel İstanbul, tavuklar tavuk, insanlar da insan gibiydi…

Kaynaklar: (1) Brake J, Vlachos D. Evaluation of transgenic event 176 "Bt" corn in Broiler chickens. Poultry Science 1998; 77: 648-653. (2) Demirkol K. GDO: Çağdaş Esaret. Kaynak Yayınları, 2011.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar