Zaman ve kaynak israfı
Güzel ülkemizde yazılı ve görsel medyamızı, üstelik onun iddialı ve ağırbaşlı kesitleri de dahil, izleyip de moral bulmak pek kolay olmuyor. Çok bilinen fıkradaki gibi zebanilerin bizi aşağı itmesine ihtiyaç bırakmayacak şekilde herkes birbirine saldırıp duruyor, dünyada bizden başkası yokmuş gibi kayıkçı kavgaları içinde kayboluyoruz. Gelişmiş ülkelerden farklı olarak ciddi gündemin büyük bölümü politikacılarla ilgili önemli önemsiz haber ve tartışmalarla dolu. Ülkenin ve insanların temel sorunları ile ilgili özgün fikirlere, heyecan veren gelişmelere rastlamak piyango talihi gerektiriyor. Oysa ilk görenlerin çok canlı, genç, dinamik bulduğu, değerli bir jeopolitik konuma sahip, uzunca sayılacak demokrasi ve piyasa ekonomisi deneyimi olan bir ülkede çok daha renkli, çok boyutlu ve ilham veren bir tablo ortaya çıkması beklenir. Bunun böyle olmaması toplumun zamanını, enerjisini ve kaynaklarını iyi kullanamadığına, yönetişim ve öncelikler konusunda yeterli kalitede sistem ve organizasyon kuramadığına işaret sayılmalıdır.
Bilim ve eğitimde düşük çıta
Bu durumda yüzyıllar boyunca mutlak yetkinin ve ekonomik gücün merkezi otoritede olduğu,
işletmelerin ve yerel idarelerin çok sınırlı bir ölçüde gelişmesinde tarihsel geçmişimizin de bir payı var kuşkusuz. Ancak 60 yılı aşkın piyasa ve demokrasi birikiminin de yeterince değerlendirilemediği ortada. Belli ki ne yaygın eğitim sisteminin kalitesinde, ne de bilim (ve sanat) üretme kapasitesinde dünya standartlarına yaklaşmamızı sağlayacak bir artış sağlayamamışız. Henüz dünyanın ilk dört yüz üniversitesi arasına tek bir üniversite ile girebilmemiz, öğrencilerimizin PİSA testlerinde son sıralarda kalması, atıf yapılan bilimsel makale ve başvurulan patent sayılarında ulaştığımız düşük düzey hep bunun göstergeleri. Büyük şehir trafiğinde kitle ulaşım araçlarında saatler geçirdiği halde bizdeki kadar hiç okumayan insanlara hiçbir gelişmiş ülkede rastlayamazsınız. Daha az konuşup daha çok okuyan ve araştıran bir toplum haline gelmedikçe çok istediğimizi söylediğimiz birinci lig düzeyine çıkmamız mümkün olmayacak.
Son yirmi otuz yılda bilgi ve iletişim teknolojilerindeki büyük gelişimin yol açtığı yeni fırsatı da gereğince kavrayıp kullanabildiğimiz söylenemez. Mobil telefonların ve tabletlerin kullanımındaki büyük artış, sosyal medyaya olan ilgi ile birlikte bir iletişim patlaması yaratmış gibi görünse de bunun eğitim ve araştırma süreçlerine ve kalitesine ne ölçüde yansıdığı tartışmalı. Yazılım endüstrisindeki gelişmenin de son derece yetersiz olduğu açık. Bilim üretimi ve araştırma geliştirme yetersizliği, yüksek teknoloji ürünü imalatı ve ihracatı gibi orta gelir tuzağını aşmanın en belirgin göstergelerinden birinde hem Uzakdoğu’daki, hem de Doğu Avrupa ve Güney Amerika'daki diğer yükselen ülkelerin açık ara gerisinde kalmamıza yol açmış durumda.
Düşen büyüme ve kırılganlık
Aynı durum, artık bilmeyen yok, maalesef tasarruf oranımızın düşüklüğü yönünden de fazlasıyla geçerli. Makul bir büyüme oranına ulaşmak için gerekli yatırımlar, bu nedenle dış kaynak girişiyle karşılanmak zorunda. Ancak ince eleyip sık dokuyan ve yeni konjonktürde de daha ikircikli olacak olan uluslararası sermayeyi çekebilmek için kırılganlık düzeyini ve risk algısını benzer ihtiyaç içindeki diğer ülkelere oranla düşük tutmak gerekli. Ayrıca oluşan cari açığın finansman kalitesinin bozulmasını önlemek için başta hukuk güvenliği olmak üzere kurumsal ve yapısal faktörler açısından özenli ve dikkatli olmak şart. Bu yönden performansımızın yeterli olduğunu söylemek zor. Öte yandan, tasarruf açığı olan bir ülkede reel faizi ortadan kaldırmanın da politika olarak önerilmekte olması, durumu ne kadar doğru kavradığımız açısından soru işareti doğuruyor.
Nitekim piyasa ekonomisine geçişimizden bu yana gelişmiş batı (sözgelişi G-7) ülkeleri ile olan refah açığımızın ( kişi başına gelir oranlaması anlamında) değişmediğini gözlüyoruz. Şimdilerdeyse yükselen ülkeler ortalamasının oldukça altında bir büyüme yörüngesine oturduğumuz görülüyor. Kontrolümüz altındaki ya da dışındaki risk faktörlerine ve ülke olarak kendimizi farklılaştırmadaki başarımıza bağlı olarak bunu düzeltmemiz de muhtemel, daha da kötüye giderek bu defa dünya ortalamasının da altına düşmemiz de. Dolayısıyla sadece kaynak bulma yönünden değil, bu kaynakları eğitim, ARGE ve teknoloji gibi alanlara yönlendirme açısından da dikkatli olmamızda yarar var.
İllüzyon bitmeli
Kendi zaaflarımız dışında 2000 yılı sonrasındaki küresel bolluk konjonktürünü ve dünya ekonomisindeki ağırlık kaymasını başkalarıyla birlikte yanlış okumanın da küresel kriz ertesindeki rehaveti etkilediğini unutmamak gerekir. Geçmişte birkaç kez bu okumaya katılmadığımı, finans krizinin dünya ekonomik düzeninde otomatik bir değişim anlamına gelmediğini, ucuz para ve yüksek emtia fiyatları ile simgelenen dönemde oluşan yükselen ülkeler lehindeki asimetrik büyümenin kalıcı olmadığını, bu geçiş döneminden yapısal direnci artırmak ve uzun vadeli büyümenin koşullarını hazırlanmak için yararlanmak gerektiğini yazmıştım. Ama biz sanayi envanteri gibi inisiyatifleri bile gereğince takip edip sonuçlandırmadık ve rekabetçilik yeteneğimizi artırmaya odaklanmadık.
2004'te AB müzakere sürecini başlattığımızda dış kaynak girişini nasıl sihirli bir şekilde sıçrattığını gördüğümüz halde, dış kaynak ihtiyacımızın daha da artmış olduğu bugün bu konudaki angajmanımızı gevşetmiş görünmemizi anlamak da güç. Aynı zamanda iyi niyetle hazırlanmış uzun ve didaktik dönüşüm programlarını artık az sayıda öncelik etrafında yoğunlaştırarak uygulamaya başlamak lazım. Bu öncelikler nasıl belirlenmeli diye sorulursa, her program kapsamında geçenlerde Dünya'ya verdiği söyleşide eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz'ın önerdiği "aramalı ve yatırım malı üretimi için reeskont kredisi teşviği" gibi somut ve özgün projeler örnek verilebilir.