Yüz yıl önceki bir gazete haberinin düşündürdüğü…

Ümit ÖZLALE
Ümit ÖZLALE [email protected]

İki haftadır Dünya Gazetesi’nde en önemli problemimizin değer yaratamamak olduğunu ve bu problemin yüzlerce yıldır bu toprakların adeta kaderi olduğunu yazıyorum.

İşte size 100 yıl öncesinden bir gazete küpürü: “Pahalılığa karşı bir istihsal (üretim) seferberliği yapmaya mecburuz çünkü ithalatımızla ihracatımız arasında senelerden beri bir türlü kapanmayan büyük bir açık var.” Bir asırdır sorunu doğru tespit edip ne yapılması gerektiğini söyledikten sonra kalıcı bir çözüm geliştiremiyoruz.

Enflasyonu ve cari açığı aynı anda düşürmenin verimlilik artışı ile mümkün olduğunu üniversitelerde ekonomiye giriş derslerinde yıllardan beri anlatmamıza rağmen hayata geçiremiyoruz. Eldeki kaynakları çoğaltmadan, bu kaynakların verimini arttırmadan ve kaynak dağılımını iyi yapmadan uygulayacağımız bir ekonomi programının da sorunlara uzun vadeli bir çözüm oluşturacağını sanıyoruz. Yanılıyoruz ve zaman akıp gidiyor. Basit örneklerle anlatmak istiyorum.

Çalışan sayısı artmadan enflasyon sorunu çözülmez

 Kaynakları çoğaltmaktan neyi kastediyorum? Mesela çalışan sayısını. Türkiye’nin sadece üçte biri kayıtlı çalışıyor! Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar düşük bir istihdam oranıyla sürdürülebilir bir şekilde kalkınıp büyüyemezsiniz. İstihdam oranımızı kendi gelir grubunda yer aldığımız ülkeler seviyesine çekmek için 9 milyon daha fazla istihdama ihtiyacımız var.

-Kaynak: Cumhuriyet, 1929. (Doğruel ve Doğruel, 2005)
-Gazete kupürünü gönderen dostum Hakan Kara’ya teşekkür ederim.

Çin seviyesine çekmek istiyorsak bu sayı 10.7 milyona çıkıyor. İstihdam oranına ek olarak işsizlik oranları ile ilgili bir istatistik vereyim: Dünyadaki her 10 bin kişiden 107’si, her 10 bin işsizden de 168’i Türkiye’de yaşıyor! Dolayısıyla çalışan sayısını artırmadan (gazete küpüründe yer aldığı gibi bir üretim seferberliği yapmadan) enflasyonu, cari açığı ve sosyal güvenlik sistemindeki sorunları kalıcı olarak çözemezsiniz. Peki bu istikrar programında nitelikli istihdam artışı ile ilgili bir uygulama gözünüze çarptı mı? Benim çarpmadı. Kaynakları verimli kullanmaktan neyi kastediyorum? Daha önce yazdığım bazı istatistiklerle derdimi anlatayım.

Türkiye’de sanayi sektöründeki işgücü verimliliği yüksek gelir grubundaki ülkelerin %43’ü kadar. Toplam faktör verimliliği artışının büyümemize son 10 yılda yaptığı katkı Polonya’nın %44’ü kadar. Ülkemizin enerji verimliliği artışının AB27’nin enerji verimliliği artışına oranı ise sadece %7. Peki bu istikrar programında verimlilik artışı ile ilgili bir uygulama gözünüze çarptı mı? Benim çarpmadı.

Dar gelirlinin desteği alınmalı

Yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı ben bu istikrar programının günün sonunda enflasyonu düşürecek olsa bile ortaya çıkaracağı toplumsal maliyetin çok yüksek olacağı kanısındayım.

Ülkenin üçte birinin kayıtlı çalıştığı, çalışan kayıtlı çalışanların yarıya yakınının asgari ücret aldığı ve asgari ücretin de yoksulluk sınırının altında kaldığı bir ülkede talebi daha da kısmak, ücretleri daha da baskılamak iyi bir fikir değil. Oscar Wilde’ın dediği gibi “yoksullara tutumlu olmalarını önermek hem kaba bir şaka hem de hakarettir.

Açlıktan ölen adama daha az yemesini öğütlemek gibi bir şeydir.” Dezenflasyon programlarıyla ilgili en temel bulgulardan biri dar gelirli vatandaşların desteğini almayan programların enflasyonu yüksek bir maliyetle düşüreceğidir. Şimdi de aynı hataya düşülüyor. Tabii bir de polisiye tedbirlerle ve fiyat artış sınırlaması koyarak enflasyonu düşürme çabaları var. Lafı uzatmadan söyleyeyim: bütün bu tedbirler ekonomideki fiyat dengesini bozmaktan başka bir işe yaramaz.

Nitekim öyle de oldu. İki örnek vermek istiyorum. İlki kira, ikincisi de özel okul fiyatlarındaki artışlarla ilgili. Bir barınma krizi yaşıyoruz ve politika yapıcıların bu krizi önlemek için ilk akıllarına gelen, uygulaması en kolay olan tedbir oldu: Kira artışlarına %25’lik artış sınırı getirildi. Peki ne oldu? Boş ev sayısı azaldı, sirkülasyon düştü. Ev sahipleri de bu uygulamanın devam edeceği beklentisiyle boşalan az sayıda eve ilk girişte çok yüksek kira bedelleri istedi.

Aynı apartman ya da semtte kiralar arasında uçurum oluştu ve bu uçurum %25’lik artış sınırı kalktıktan sonra da devam edecek. Barınma krizi çözüldü mü? Hayır. Kiralar düştü mü? Hayır. Konut stoğu arttı mı? Hayır! Üstelik bu uygulama, finans piyasasına yabancı olduğu için emekli ikramiyesiyle ya da tasarruflarıyla ev alıp elde edeceği kira geliriyle de rahat bir emeklilik yaşamak isteyenleri çok olumsuz etkiledi. Anlayacağınız, sektördeki bütün dengeler alt üst oldu.

Günahları boynuna!

Benzer bir uygulama özel okullarda var. Bir süredir %55’lik bir üst sınır uygulanıyor. Peki özel okullar ne yapıyor? Birinci, beşinci ve dokuzuncu sınıflardaki eğitim ücretlerini insafsızca arttırıyorlar. Bu sınıfların eğitim ücretlerinden elde edecekleri aşırı kar ile diğer sınıflarda karşılaştıklarını iddia ettikleri zararları karşılama yoluna gidiyorlar. Günahları boynuna! Sonuç olarak eğitimdeki sorunlar çözülüyor mu? Hayır! Anne ve babalar çözmeleri gereken devasa bir nakit akış problemi ile karşı karşıya kalıyorlar.

Enflasyon polisiye tedbirlerle düşmez

 Özetle, birbirinden çok farklı iki alanda getirilen kısıtlamaların gösterdiği ortak bir nokta var: enflasyonu polisiye tedbirlerle düşüremediğiniz gibi göreli fiyatlarda bozulmaya yol açıyorsunuz. Zaten enflasyonun bizzat kendisi vatandaşın ve şirketlerin fiyat algısını olumsuz etkilerken tutmayacağı belli polisiye önlemlerle işi daha da içinden çıkılmaz hale getiriyorsunuz. Doğru bir şehir ve bölge planlamasıyla barınma krizini, nitelikli ve parasız bir devlet eğitimi ile eğitimdeki problemleri çözmek yerine başvurduğunuz yan yollar çoğu zaman çıkmaz sokak oluyor. Yorularak geri dönmek zorunda kalıyorsunuz.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Sahi biz ne yaşıyoruz? 18 Eylül 2024