Yunan krizinden alınacak ders
Hep söyleyip duruyoruz, değiştirmekte en fazla zorlandığımız şeylerden biri alışkanlıklarımız. Sadece kişiler değil, toplumlar da alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyor. Bunun en dramatik örneklerinden birini uzunca bir süredir komşumuz Yunanistan'da teatral bir televizyon dizisi kıvamında izliyoruz. Şaşırtıcı olan, onları bu taşıyamadıkları refah ve tüketim düzeyine ulaştıran AB yönetimini alacaklarını silmedikleri ve sonsuza dek yardımı sürdürmedikleri için vicdansızlıkla suçlayan ve yaşadıklarından dolayı sorunsuz komşuları olarak onlara yardımcı olmamızı önerenlerimizin bayağı yaygın olması. Oysa bir yandan bizim ekonomik büyüklüğümüze oranla borçluluk düzeyimizin daha düşük olması AB üyeliği avantajından yoksun olmamızdan kaynaklanıyor, yoksa bizim kırılgan durumumuz da epeydir malum, öte yandan hiç değilse bir konuda öteden beri iyi olan sicilimizin hakkını yememeliyiz, çünkü Türkiye şimdiye kadar borçlarını ödeme konusunda hiç çamura yatmamıştır. Yani iyi alışkanlıklarımız da var, görmezden gelmeyelim. Belli ki tıpkı doğal kaynak zengini olmamamız gibi, AB hibelerinden yararlanamamak da bizi komşularımıza oranla daha çalışkan olmak zorunda bırakmış.
Yunanistan: Trajedi mi, köpük mü?
Aslında AB ile Yunanistan arasındaki sıradan bir uyuşmazlık değil, bir zihniyet uyumsuzluğu gibi görünüyor. Yunanlılar, birliğe üye olmanın egemenlik haklarından önemli bir bölümünü ona devretmek anlamına geldiğini yeni fark etmişe benziyorlar. Ya da politikacılar, halk adına yürüttükleri pazarlıkta ellerini güçlendirmek için öyleymiş gibi davranıyorlar. Bir hafta önce aldıkları referandum kararıyla da halkı bu ikiyüzlü politikalarına alet etmiş oluyorlar. Böylece AB yönetimini Yunanistan'ı kurtarmak ile Euro Bölgesi'nde birliği sarsacak bir tahribatı göze almak arasında bir seçime zorluyorlar. Oysa bu tehlikeli bir kumar. Nitekim bu yazıyı gazeteye verdiğim saate kadar AB'nin nihai kararı henüz belli değildi, ama sadece Euro bölgesinin değil, bütün AB üyelerinin değerlendirme için toplantıya çağrılmış olması bile olayın sadece ekonomik değil, siyasi bir konu olarak algılandığına, yani her türlü kararın muhtemel olduğuna işaret.
Kaldı ki referandum'un hükümete bir manevra alanı sağladığı da söylenemez. AB, tıkanmaya yol açan önceki teklifinde değişiklik yapmaya rıza göstermediği gibi, Yunanistan'a bu koşullara uygun bir planla gelmediği takdirde ipleri koparabileceğini ima eder bir tavır içinde. Birlik zaten yarıya düşürülmüş bulunan emeklilik maaşlarının mili gelirin yüzde 1'i oranında daha da indirilmesini, KDV’nin yükseltilmesini ve yapılacak yardımlarla borç taksitlerinin ödenmesini isterken Yunanlılar, borçların bir bölümünün silinmesini, kalanının yeniden yapılandırılmasını ve yardım programının uzatılmasını, borçların büyümeye endekslenmesini istiyor. Şimdilik anlaşılan o ki Yunanlılar isteklerinde inat etmekten vazgeçmedikleri ve birliğin oldukça katı sayılabilecek koşullarını kabul etmedikleri takdirde krizden çıkış yok. AB'nin esneklik göstermemesi de vicdansızlıktan değil, uzun yıllar boyunca Yunanistan'ın verdiği bilgiler ve uyguladığı politikalar nedeniyle saydam ve güvenilir bir ortak gibi görülmemesinden kaynaklanıyor. Salt bu konudaki pembe vaatleri dolayısıyla seçilen Çipras'ın vaatlerinden tamamen vazgeçmesi de zor. Yani ufukta ya Çipras’ın, ya da Euro bölgesindeki Yunanistan'ın sonu görülüyor
Biz de borçluyuz ve yeterince büyüyemiyoruz
Yunanistan'da olup bitenler, bizim bir türlü içine giremediğimiz bir ekonomik ve siyasi birliğin
iç sorunu olarak tümüyle dışında olduğumuz bir süreç gibi görülebilir. Oysa bana kalırsa bizimle benzeşen tarafları da var. Sözgelişi temel tıkanma konusu olan yüksek borçluluk, bizim de temel makroekonomik zaaflarımızdan biri ve gerek kredi notumuzun yatırım yapılabilir düzeyi yakalamayışında, gerekse büyümenin sürdürülebilirliğinde olumsuz etki yapan faktörlerin başında geliyor. Fark ise şurada: Biz tümüyle piyasa işleyişi içinde ve tüm toplum olarak gerçek maliyetlerle borçlanıp sonuçlarına eşanlı katlanırken, Yunanistan AB içindeki avantajlı koşullarla ve kamu sektörü üzerinden borçlanıyor ve sonuçları ile de ancak dibe vururken yüzleşiyor. Yani gerçek durumu uzun süre makyajla gizleme ve gerçekte olduğundan zengin görünme imkanı var. Yani bugün ekonomide küçülme ve toplum kesimlerinin refahında azalma olarak ortaya çıkan ve trajedi gibi görülen durumu, yıllar boyunca birikmiş köpüğün alınması olarak da yorumlamak mümkün.
Başka bir deyişle dış borçlara bağımlılık açısından Yunanistan ile aramızda pek bir fark yok.
Bizim mevcut ekonomik model içinde büyümemiz de büyük cari açık vermemiz sayesinde mümkün oluyor. İşin kötüsü, son yıllarda cari açığın büyümeye olan katkısı da giderek azalıyor.
Yani borçlarımız artarken giderek daha az büyüyoruz. Cari açıktan, yani borçlanmaktan vazgeçersek büyümek bir yana küçülmeye başlayacağız. Yunanlılara oldukça benziyor durumumuz yani. Üstelik beslememiz ve iş yaratmamız gereken çok daha büyük bir nüfusumuz var. Nasıl çıkarız bu çıkmazdan? Ya tasarrufları arttırarak (ki kısa vadede zor) ya da cari açığı daha düşük maliyetle finanse ederek. Bunun için de daha verimli ve rekabetçi bir ekonomi yaratacak içi dolu ve sahici bir reform programı ile AB sürecini yeniden hızlandırmak dışında fazla bir alternatifimiz de yok. Daha da açık değil mi Yunanistan ile benzerliğimiz?