Yumuşak iniş gereği nereden kaynaklanıyor?
Ekonomide bir dönüm noktası yaşamakta olduğumuza dair oldukça fazla gösterge var. Kaldı ki o göstergeler olmasa bile, son dönemdeki yüksek büyüme oranı, gevşeyen maliye politikası, bazı mal ve hizmetlerin fiyatlarının suni olarak düşük tutulması sürdürülebilir değil. Bunlar sürdürülebilir olmadığına göre ekonominin geçen yılın ortalarından itibaren girdiği yolun önünde sonunda değişeceği açık. Dönüm noktasında olduğumuzun bir diğer önemli kanıtı, ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı’nın seçimden sonra Türkiye ekonomisinin “yumuşak inişini” sağlayacakları yolundaki açıklaması oldu.
Ekonomide “yumuşak iniş” mi yoksa “sert iniş” mi gerçekleşeceği ne yazık ki çoğunlukla yükselen piyasa ekonomilerinin sorunlu üyeleri için yapılan yorumlarda kullanılıyor. Açık ki uçak benzetmesi var. Özellikle yurtdışından bol kepçe borçlanıp potansiyelinin çok üzerinde büyüyen (uçan) ve süreç içinde çok sayıda sorun biriktiren ekonomiler, borçlanma olanakları şu ya da bu nedenle azalınca, havada daha fazla kalamıyorlar. Havada kalamayacaklarına göre, ya çakılacaklar (kriz) ya da pilotlar hünerlerini gösterip yumuşak inişi sağlayacaklar.
Ekonomi artık eski yolu izlemeyeceğine göre eskiyi yansıtan verileri analiz etmenin çok bir anlamı olmayabilir. Bu görüş önemli ölçüde doğru da olsa, hafta başında açıklanan nisan ayı ödemeler dengesi ve birinci çeyrek büyüme verileri önemli. “İniş” tartışmalarının neden birden gündeme düştüğünü de gösteriyorlar.
İlk çeyreğe ilişkin verilerde büyüme açısından olumlu nokta makine ve teçhizat yatırımlarındaki artış. Üstelik bu artış sadece yılın ilk çeyreğine özgü değil. Üç çeyrek üst üste, üretim kapasitesini artırıcı bu tür yatırımlar yükseliyor. Uzun bir süredir bu olgu ilk defa gözleniyor.
Büyüme açısından başka bir olumlu nokta görmüyorum. “Büyümenin yüksekliği olumlu değil mi” derseniz, “yumuşak/sert iniş” tartışmalarını, farklı bir ifadeyle “sürdürülemez” durumu hatırlatırım. İlk çeyrek büyümesinin iki önemli olumsuz tarafı var. Tüketim artışı çok yüksek ve ihracatın büyümeye hiç katkısı yok. İlginç bir nokta şu: Tüketimin büyümeye katkısı son üç çeyrekte potansiyel büyüme oranımızın üzerinde. Potansiyel büyüme oranı için rivayet muhtelif.
Ama diyelim ki yüzde 4.5 civarında. Son üç çeyrekte tüketimin büyümeye katkısı sırasıyla 7.4, 5.2, ve 7.2 puan. Farklı bir ifadeyle, salt tüketimden gelen gayri safi yurtiçi hasıla büyümesi, potansiyel büyüme oranımızın ortalamada iki puan üzerinde olmuş. Grafik 1’de 2013’ün ilk çeyreğinden itibaren tüketimin katkısı ve potansiyel büyüme oranımız gösteriliyor. Son üç çeyrekteki durum bir ilk değil, ama uzun süredir de ilk defa yaşanıyor.
Nisan ayı ödemeler dengesi tablosunda ise dikkatimi çeken iki nokta var. Birincisi, yılın ilk dört ayındaki cari açığımız 21.8 milyar dolara yükselmiş vaziyette. Bir yıl öncenin aynı dönemine kıyasla 7.5 milyar dolarlık artış var. Bu yüksek değişim sadece 2017-2018 için yaşanıyor değil. 2015’in ilk dört ayına kıyasla 7.3, 2016’nın ilk dört ayına göre ise 10.6 milyar dolar daha yüksek cari açık. Elbette önemli ölçüde yükselen ham petrol fiyatlarının da rolü var bu gelişmede. Ama potansiyelin üzerinde büyümenin etkisini de unutmamak gerekiyor. Dikkatimi çeken ikinci nokta ise dış koşulların giderek sevimsizleştiği bir dönemde cari açıktan doğan finansman ihtiyacımızı (TCMB’nin döviz rezervlerinin kullanılması ve net hata noksan dışında kalan) net sermaye girişleri ile ucu ucuna da olsa karşılayabilmişiz. Üstelik, bu yolla bulduğumuz finansman 2015-2017 dönemindeki finansmandan belirgin biçimde yüksek. Bu ikinci olgunun iyi tarafı, artan finansman ihtiyacımızı karşılamış olmamız. Kötü tarafı ise borcumuzun artmış olması ve bununla yukarıda değindiğim gibi ağırlıklı olarak tüketimdeki keskin artışı finanse etmiş olmamız.