Yönetmek bilgelik gerektirir
İşletme ve ekonomik gelişme yorumları yerine bu hafta biraz felsefi iki kavrama değinmek istedim: Bilgi ve bilgelik. Bu yaşa geldim; iyi kötü yöneticilik konusunda kafa yordum, eğitim aldım, deneyimim de var. Ancak yönetici olarak başarının sırrı nedir sorusuna bulduğum tek cevap şu: Bilge olmak. Yani, cehaletini kabullenip öğrenmeye açık ve bildiklerini kendisi ve başkaları için en yararlı bir biçimde kullanabilen, iyi ahlaklı, olgun kimse olmak.
Benim çocukluğumda cahil demek okuma yazma bilmeyen biri demekti. O zamanlar (hadi meraklanmayın 1950’ler) okuma yazma öğrenince cahil sınıfından çıkardınız. O yıllarda hala Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda %5 civarında olan okuma yazma oranını yenilir yutulur bir seviyeye getirmek için uğraşılıyordu. Neyse şu veya bu şekilde Türkiye’nin okuma yazma oranı artık bir sorun değil. Okuma yazma öğrendik ama bilgili olduk mu?
Bilgili olmak için ön bilgi sahibi olmak her zaman gerekliydi. Bir örnek vereyim. Osmanlı konusunda bilgi sahibi mi olmak istiyorsunuz? Arap alfabesinin varyasyonlarını, eski Türkçe, Arapça'nın değişik türlerini ve Farsça dillerini bileceksiniz. Rusça, Fransızca ve İngilizce de bilmek iyi olur. Belki o zaman sevdiğinize “Meleksimâ canım, lebi mercanım; ey rûy-ı mâhım, zülf-i kemendim, serv-i bülendim; perî ruhsârım, şeker güftârım; def-i melalim, fikr ü hayâlim; gül-i handanım” diye hitap eder hatta isterseniz bunu eski yazıyla yazar ve de ne dediğinizi en azından siz anlarsınız.
Eğitim sistemleri, sadece bizde değil, dünyanın her tarafında cehaletle mücadelede sınıfta kalıyor. Çünkü neredeyse hala okuma yazma öğretmeye odaklanmışlar. Eğitim sistemleri hala Arap harflerini öğretirsek Osmanlıcayı da sökerler gibi düşüncelere dayalı.
Cehaletin okuma yazma bilme veya bunu yaparken hangi alfabeyi kullandığınızla bir alakası yoktur. Cehalet ‘konuda bilinmesi olanaklı ve gerekli bilgilerle, bilinen arasındaki mesafe’ olarak tanımlanır. Tanım böyle olunca hepimizin bir sürü konuda cahil olduğumuzu ve cehaletimizin gittikçe arttığını kabullenmek gerekiyor.
Bugün insanların hemen hemen her konuda, istedikleri her şeyi kendi kendilerine öğrenmelerine hiç bir engel yok. Aklınıza gelen hatta gelmeyen her konuda, her türlü doğrusu, eğrisi, yanlışıyla her çeşit bilgi elinizin altında.
Söz gelimi, elemanlarınızın yeteri kadar arzulu olmadıklarını sanıyor, ne yapmanız gerektiğini mi merak ediyorsunuz. Internet’te 22 milyon kaynak var. Buyurun okuyun! “Yok canım. Ben kadın elemanlardan bahsediyordum” diyorsanız 7 milyon kaynak var. Bu rakam çok geliyor ve azaltmak için “Ben genç kadın elemanlardan bahsediyorum” diyorsanız, derde çare değil. Bu konudaki kaynak sayısı 51 milyon. “Yok canım ben işe yeni girenleri kast etmiştim” derseniz 23 milyon kaynak var. “Bilmemek ayıp değil. Öğrenmemek ayıp” demişler. Okuyun öğrenin! Bunları okuyup öğrenmek olacak iş değil. Bu her konuda böyle. O zaman benim cehalet tanımıma göre bilinebilecek şeylerle bilinler arasındaki uçurum gittikçe büyüyor. Yani, cehaletimiz azalacağına artıyor.
Gittikçe cahilleşmemek için ne yapmalı? Öğrenmeyi öğrenmek lazım. Yani öğrenmeye açık ve neyi öğrenmeniz gerektiğine karar verebilecek bir birikim sahibi olmanız gerekiyor. Bu yoksa genç kadın elemanların motivasyonu (güdüleme) konusundaki milyonlarca kaynak arasında nasıl seçme yapacaksınız? Böyle bir birikiminiz yoksa kolaya kaçarsınız. Söz gelimi, önce bilmediğiniz lisanlardakileri elersiniz. Sonra son bir, iki yılda yazılmamış olanları atarsınız, sonra kalkınmamış ülkelerden gelen yazarlarınkileri elersiniz (bir şey bilseler ülkeleri kalkınırdı), ismi Hasan, Osman, Ayşe, Fatma falan olan yazarlarınkileri bir kenara itersiniz, Yazı akademikse tanımadığınız üniversitelerden gelenleri okumazsınız sayı azalır. Cahil kalırsınız. Öğrenmeyi olanaklı kılacak bilginiz yoktur. Cahil kalsanız iyi. Cehaletiniz gittikçe artar.
Kısacası bilgi sahibi olmak için bilgi gerekir. Öyle “Ben elemanlarım motive olsun istiyorum. Ne yapmalıyım?” gibi bilgiye dayanmayan sorular sorarak bilgi kazanamazsınız. Bu konuda önce oturacak bir akıllı model sahibi olacaksınız. Sonra soru soracaksınız. Derler ya “Dinleyen söyleyenden arif (anlaması, kavraması ve sezgisi güçlü) gerek”. İşte öyle.
Bu dediğimi özetleyen iki deyiş vardır: Birincisi “İyi sorulmuş bir soru cevabın yarısıdır” ve ikincisi “Bilginin yarısı iyi sorulmuş bir sorudur”. Peki bu ön (İngilizce preliminary, Türkçe ve eski Türkçe ön, ilk, hazırlayıcı, başlangıç, ihzarî, mukaddeme) bilgiyi nasıl elde edeceksiniz. Bunun tek bir yolu var. Önce meraklandığınız konuda kullandığınız tüm terimleri tanımlayacaksınız. Sonra neyi, neden yapmak istediğinizi kendi kendinize soracaksınız ve cevaplayacaksınız. Bunları yapmak için de soracaksınız, okuyacaksınız ve dinleyeceksiniz. Sonra kafayı öne koyup düşüneceksiniz. Yapmak istediklerimi yapabilmem için ne bilmem lazım diye. Sorularınızı ondan sonra sorarsınız. Yani, soru sormak sorulara verilecek cevapların getireceği bilgi kadar bilgi istiyor. Eğitim sistemimiz bize bilgi edinebilmek için gerekli bilgiyi vermek yerine bilgi ezberletiyor buna da bilgi deniliyor. Ondan sonra her gelen bilgiyi bu bilgilerin eleğinden geçirdiğimiz için de yeni şeyler öğrenmemiz zorlaşıyor. Zaman zaman da imkansız hale geliyor.
Hemen her konuda, özellikle işletmecilik yazınında okurların ve dinleyicilerin bu tür ön hazırlıklarının zayıf oluşu nedeniyle neredeyse okuma yazma bilen herkes işletmecilere tavsiyelerde bulunmak için yazıyor ve konuşuyor. İşte bu zafiyet yüzünden yazarlar ve konuşmacılar okuyucu ve dinleyici de buluyorlar.
Diyelim ki iyi bilgili biri olmak için gereken ön hazırlığınız var. Yönetici olmak için bilgili olmak yetmiyor. Bu hep böyleydi bundan sonra da böyle olacak. Çok da önemli değil. Esas bilgelik gerekir. Bilgi bilgelik için ne yeter ne de gerekli şarttır. Cahil (bilgi sahibi olmayan) çok bilge adam tanıdım. Aynı çoklukta bilgili ama bilge olmayan kişi de gördüm. Bilgeliğin tanımı çok uzun. Kısacası Bilge neyi bilmediğini bilen, bildiği şeyleri iyi ve sağlam bilen, bilgisini kendisi ve başkaları için en yararlı bir biçimde kullanabilen, iyi ahlaklı, olgun kimselere denir.
Çanakkale savaşlarında büyük bir can bedeli ödeyen Avustralya ve Yeni Zelanda (ANZAK’lar) askerlerinin ülkelerinden 15 bin kilometre uzaktaki bir çatışmaya neden ve nasıl katıldıklarını, söz gelimi Broken Hill tezgahını, savaşın İngiltere ve özellikle Avustralya ve Yeni Zelanda için anlamını bilmek bilgi, onları yendikten sonra “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır” diyerek bir düşmandan yüz yıllık dost yaratmak bilgeliktir.
Sağlıcakla kalın...