Yolun sonu görünüyor
Çok değil iki ay önce, 23 Şubat 2016'da, bu köşede kaynak dağılımı ve kullanımındaki etkinlik düzeyinin en az verimlilik ve inovasyon kadar önemli olduğunu, çünkü sınırlı kaynaklar iyi kullanılmaz ve verimsiz alanlarda yoğunlaşırsa o konularda gelişmenin de önünün kesilmiş olacağını vurgulamıştık. Açıkça telaffuz edilmese de bu alanda karşılaşılan tıkanmanın belirtileri su yüzüne çıkmaya başladı. Her ne kadar kısıtları göz önüne almadan kredi artışı ve faiz indirimi talepleri koro halinde seslendirilmeye devam etse de küresel sıkıntılar nedeniyle daralan dış finansman imkânlarına kırılganlık algısı nedeniyle ülkeden net sermaye çıkışları da eklenince mevcut politikalarda bir revizyon, borçlanmaya ve tüketime dayalı yörüngede bir değişiklik zorunluluğu ortak akla yansıyor. Merkez Bankası'nın faiz indiriminde temkinli duruşu sürdürmesi, bankaların kârlılığının ve kaynak kısıtlarının gündeme gelmesi, iç tasarrufların arttırılması gereğinin daha sık dile getirilmesi bunun işaretleri. Umarız ki yolun sonuna yani IMF'nin bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için muhtemel gördüğü yeni kriz dönemecine gelmeden, dünyanın büyüme dinamiklerini canlandırma ile ilgili çaresizliği de henüz sürerken ve biz göreceli olarak iyi durumda bir bölgesel güç konumundayken, gündemimizin temel sorunlarımızın çözümüne katkı yapmayan gereksiz kalabalığını sadeleştirmeyi ve işe kaynak dağılımını verimliliği arttıracak şekilde düzenlemekle başlamayı da beceririz. Malum tasarrufları arttırmak zaman alıyor, ama kaynakları akılcı kullanmak bugünden yapabileceğimiz bir şey...
Bankaların kaynağı ve zorunlu BES
Son haftalarda duyulan farklı yorumların en önemlilerinden biri hükümetin deneyimli ve akil isimlerinden, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek'ten geldi. Şimşek, bankalara kredi için fazla yüklenmenin doğru olmadığını, ellerindeki kaynakların giderek tükendiğini, kredilerin mevduata oranının yüzde 120'ye çıktığını, çarenin yapısal politikalara yönelmekte ve iç tasarrufları arttırmakta aranması gerektiğini söyledi. Bir süre sonra da tanımı ve piyasa ekonomisinin doğası gereği gönüllü olan bireysel tasarruflara zorunlu bir kalemin eklenmesini sağlayacak bir yasa tasarısı hazırlandığı açıklandı. Buna göre “50 kişinin üzerinde çalışanı olan işletmelerde yeni işe başlayan veya iş değiştiren 45 yaşın altındaki herkes”, zorunlu olarak Bireysel Emeklilik Sistemi'ne girecek. Kesintinin sadece çalışanın ücretinden ve aylık 50 TL düzeyinde olacağı anlaşılıyor. Zorunlu da olsa özel tasarrufları arttırması gibi olumlu, ancak özellikle düşük gelirli geniş kesimlerin harcanabilir gelirini ve dolayısıyla iç talebi azaltması gibi mevcut büyüme modeli yönünden olumsuz sonuçları olacak bu düzenleme bir yandan da mali sisteme taze para girmesini, yani bankalara makul maliyetle yeni kaynak enjeksiyonunu amaçlıyor. Hangi açıdan bakacağınıza bağlı, ama nasıl değerlendirirseniz değerlendirin, bu zorunlu tasarruf hamlesinin bir başka zorunluluğun, yani büyüme modelinde ve yörüngede bir değişiklik ihtiyacının bir belirtisi olduğu açık.
Arada bir hatırlatıyoruz, 2001 sonrası toparlanma ve yükseliş döneminin mali disiplin ve AB süreci ile birlikte üç temel çıpasından biri olan bankacılık reformu, bankalar sisteminin yönetişim ve gözetimini sağlamlaştırdı ve sermaye yapısını güçlendirdi. Ancak yine de Türkiye'de mali sistemin gelişmiş ülkelere oranla çok küçük olduğunu ve bazı yapısal kırılganlıklar taşıdığını unutmamak gerekiyor. Bu kırılganlıkların en önemlisi de, ülkenin ezeli hastalığı olan kısa vade sorunu. Gerçekten de ortalama 2.5 ay ile mevduat toplayan bankaların, bu kaynağı uzun vadeli projelere tahsis etmesi beklenemez. Öte yandan son yıllarda sayısı artan uzun vadeli ve dövize endeksli büyük altyapı projeleri, bankalarımızın boylarını aşıyor ve kapasitelerini zorluyor. Ayrıca sistemin tedarik finansmanı, alacak ya da kefalet sigortası gibi yeni yöntemlerle genişletilmesine ihtiyaç var. En önemlisi de, sermaye ve tahvil piyasalarının gelişmemiş olması, projelere ya da KOBİ'lere yönelik özel finansman ekosistemlerinin yokluğu, ekonominin yükünün orantısız biçimde bankaların üzerinde kalmasına yol açıyor.
Ilık suda kurbağa olmamak
Ancak hem modeldeki tıkanmanın, hem de bankaların kırılganlığının açıkça irdelenmeyen bir tarafı var ki belki de sorunun en tehlikeli yanı. Bu da reel kesimin, yani şirketlerimizin ölçek, verimlilik ve teknolojik düzey yönünden öteden beri taşıdıkları ve gideremedikleri zaaflarına şimdi bir de iç piyasaya ve tüketime yönelik üretimlerini döviz kredileri ile finanse etmelerinden dolayı parite riskinin eklenmiş ve bu nedenle bilançolarının bozulmuş olmasının eklenmesi. Bir de oldum olası süregelen parçalı bir yapının varlığı homojen bir reel kesim performansından söz etmemizi engelliyor. Şirketlerimizin büyük bölümü bırakın şimdi herkesin ilgilenir gibi göründüğü dördüncü endüstri devrimini, daha üçüncü hatta ikinci endüstri devriminin gereklerini dahi tam anlamıyla yerine getirebilmiş değil. Yani bir yanda pek az sayıda (birkaç elin parmaklarını geçmeyen) yeterli ölçek büyüklüğüne ulaşmış ve en azından küresel gelişmeleri izleme kapasitesine sahip şirketimiz var, ama diğer tarafta sadece ayakta kalmaya çalışan ve bu nedenle riski ne olursa olsun ucuz kaynak arayışında devlet desteği talep eden ve düşük katma değer üreten binlerce şirketimiz var. (Çok daha fazla olan mikro işletmeleri dışarda bırakıyorum.)Farklı bir model tasarımına girişmedikçe bu tablonun pek değişeceği de yok.
Tam da bu noktada, yani sürdürülebilir olmadığını bildiğimiz halde ılık sudaki kurbağa haleti ruhiyesiyle mutlu bir alışkanlık kazandığımız borçlanmaya, ithalata ve tüketime dayalı yörüngenin yanlış olduğu ve derhal terk etmemiz gerektiği konusunda, daha önce de referans yaptığımız ünlü iktisatçı Daron Acemoğlu, Türkiye’deki bir konuşmasında çok isabetli bir uyarı yapmış. Acemoğlu Türkiye'nin mevcut “yatırımsız büyüme” modelinin hem bizi bir yere götürmeyeceğini, hem de potansiyel büyüme oranının altında büyümeyi kanıksatacağını söylüyor. Bunun için de her şehirde dünya çapında büyük ölçekli birkaç şirket çıkmasının ve bunların ileri teknolojileri kullanmasının hedeflenmesi gerektiğini, faktör verimliliğini artırıp yatırım ortamını düzelterek enflasyonun da önleneceğini vurgulamış. Biz de yapısal zaaflarımızın, dünyadaki mevcut belirsizlik ve kriz ile ilgisi olmadığını, bu nedenle küresel krizi düşük performansa bahane göstermek yerine mutfağı düzeltmek için bir fırsat olarak değerlendirmek gerektiğini boşuna söyleyip durmuyorduk. Aklın yolu bir!..