Yolsuzluk bunun neresinde!

Alaattin AKTAŞ
Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ [email protected]

İstanbul için yıllar yıllar önce, taşı toprağı altın, denilmemiş miydi, denilmişti. Öyleyse altın gibi bu taşı toprağı değerlendirmek en akıllıca hareket tarzı değil mi, öyle. Şimdi, elde bir toprak parçası var. Neymiş, imar mevzuatına göre oraya örneğin 10 katlı bina yapılabilirmiş. Yaptınız 10 katlı binayı diyelim, her katta 4 adet, toplam 40 daire. Yani 40 hane ev sahibi olabilecek. Şimdi, 10 kat yerine 15 kat inşaat yapılsa kime ne zararı var. Daire sayısı 60’a çıkmaz mı, yani 60 hane ev sahibi olmaz mı... Ayrıca, 40 yerine 60 daire yaparsanız, daha çok çimento kullanılmaz mı, daha çok su borusu, daha çok elektrik kablosu, daha çok karo, fayans, boya kullanılmaz mı, daha fazla işçiye iş sahası açılmaz mı, daha çok kar eden müteahhit daha fazla vergi öder ve Maliye’nin vergi tahsilatı artmaz mı, belediyelerin emlak vergisi tahsilatında artış olmaz mı?

Neymiş, oraya 15 kat olmazmış, 10 katlı bina yapılmalıymış. Sığ düşüncenin bu kadarı yani!

Ama neyse ki geleceği daha iyi okuyan ufku geniş işadamları var. Bakıyorlar “olur olmaz kişiler” tutturmuş “10 kat olacak da 10 kat” diye, o inat bağnazları bypass edip daha yukarılara başvuruyorlar. İzah ediyorlar durumu ve sorun aşılıveriyor.

Ne oldu şimdi; kim kaybetti 10 kat yerine 15 kat yapılınca. Devletin bir zararı var mı, yok; o inşaata malzeme sağlayan sanayicinin zararı var mı, yok; o inşaatta çalışan işçinin zararı var mı, yok; tam tersine herkes karda!

Ya da başka bir örnek, 50 dönüm arsa inşaata ayrılmış, ama bunun 30 dönümü park, 20’si inşaat olacakmış, müteahhit “Yahu şu inşaat oranını artıralım; 40 inşaat olsun, parka 10 yeter” demiş. Yani aynı durum; 10 dönüm park az mı, zaten parktan geçilmiyor İstanbul ve diğer şehirlerimiz.

Ha Kiev, ha İstanbul! Ne demiş Alman edebiyatçı Goethe Ukrayna’nın başkenti Kiev için: “İçinde parklar olan şehirler gördüm ama parkın içinde şehri ilk kez görüyorum.”

Onun için “Artık yeter” diyor İstanbullu da, “Park park, nereye kadar”...

***

Bir dere, berrak mı berrak, buz gibi akıyor suyu. Köylüler yararlanıyor, doğa yararlanıyor. Ama birileri bu gerçeği görmezden gelip, “Su boşa akıp gidiyor, şu suyun birazını şişeleyip satsam ne olur ki” diyor. Alıyorlar gereken izinleri, dediklerini yapıyorlar, kuruyorlar bir tesis, önce suyun birazını, sonra birazını daha ve sonunda tümünü şişeleyip satmaya başlıyorlar.

O su zaten bir süre sonra ya yine yer altına inip “kayboluyor” ya da bir yerlerden denize karışıp gidiyordu. Böylece ne yapılmış oldu; tabii ki ekonomiye kazandırıldı.

Daha çok vatan evladı temiz su içer oldu, daha çok vatandaş o suyun nakliyesi, perakende satışı gibi işlerle para kazanmaya başladı, Maliye vergi elde etti, bu arada birileri de para kazandı. Suyun yok olmasının bu kadarcık da bedeli olur ama değil mi...

***

Evin hizmetçisi, ev sahibinin hangi pastayı çok sevdiğini bilmez mi, özellikle hanımının, iyi bir hizmetçiyse elbet bilir. Bir jest yapmak istiyor. Hanımı evde yokken sevdiği pastadan yapıyor. Sonra canı çok çekiyor ve hazırladığı pastadan kocaman bir dilim kesip yiyor. Şimdi, böyle yaptı diye hizmetçiyi eleştirmek olur mu...

Hizmetçi; birincisi ekonomiye katkı sağladı. Un, yağ, şeker, su vs. kullandı, tüketimi artırmış oldu. Hizmetini koydu ortaya, bir ürün çıkardı. Eve gelen sahibesini mutlu edecek. E bu arada bir dilim de “izinsiz” yemiş, ne olur ki...

***

Altın madeni açısından yoksul bir ülkeyiz. Bazı vatansever firmalar altın bulmak için üç yüz, beş yüz “bincik” ağacı keserek altın arıyorlar, bu fedakarlığı gösteriyorlar, ama yine de altın üretimimiz çok az. Ama bizi bizden çok seven biri çıkıyor, nasıl yapıyorsa yapıyor, buluyor formülünü ve komşu ülkeye milyar dolarlık altın satıyor.

Yine de yaranmak mümkün değil! Bizim altınımız var mı, yok; ama bir şekilde altın temin ediyor muyuz, ediyoruz; bu altını ihraç ediyor ya da etmiş gibi gösterebiliyor muyuz, gösteriyoruz; o döviz Türkiye’ye geliyor mu, geliyor.

E daha ne istiyorsunuz, bu ne münafıklıktır! Efendim birileri bu ticaretten dolayı komisyon almış olabilirmiş! Atalarımız “bal-parmak” dengesini yıllar önce kurmuşlar zaten...

***

200 yıl önce yaşamış olan Aşık Dertli ne demiş:

Telli sazdır bunun adı

Ne ayet dinler, ne kadı

Bunu çalan anlar kendi

Şeytan bunun neresinde?

***

Daha iyi geçer mi bilinmez. Ama temennimiz o yönde elbette. İyi yıllar...

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar