Yeniden bir durum değerlendirmesi yapmakta yarar var
Anayasa Mahkemesi'nin son kararı ile ekonomik açıdan bir büyük belirsizlik ortadan kalktı. İkinci belirsizlik kaynağı ise orta yerde duruyor: ABD'de mali sistem bir türlü dikiş tutmuyor. Her an yeni bir sarsıntı olması olasılığı var.
2001 krizinden sonra uygulamaya konulan program sayesinde ekonomik istikrarı sağlamak açısından önemli bir mesafe aldık. Bataklığı kuruttuk, bastığımız zemini yukarıya sıçramamıza yarayacak sertliğe getirdik. Bu sıçramayı gerçekleştirmek için nelerin yapılması gerektiğini tartışırken (ikinci nesil reformlar ya da mikro reformlar), bu sefer de içeride siyasette yapılan vahim hatalar nedeniyle o zeminin tekrar gevşediğini hissettik.
Neredeyse 2007'nin başından bu yana gündem hiç ekonomi olmadı: Cumhurbaşkanlığı seçimi, erken genel seçim, anayasa değişikliği ile türban, kapatma ve Ergenekon davaları. Bu ortamda özellikle potansiyel büyüme hızımızı yükseltmek ve rekabet gücümüzü artırmak açısından önemli bir zaman yitirdik. Şüphesiz bu kayıpta tek sorumlu iktidar partisi değil, ama önemli sorumluların başında geldiği de açık. Yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla...
Geldiğimiz noktada karşı karşıya olduğumuz ekonomik sorunları tekrar gözden geçirmekte yarar var. Bu sorunları ikili ayrımda ele alacağım. Önce Türkiye'nin temel ekonomik sorunlarına değineceğim. Sonrada şu andaki duruma (konjonktüre) ve bu durumda göze çarpan sorunlara döneceğim.
Düşük potansiyel büyüme hızı
Bu sorunu haziran ayındaki yazımda daha etraflı bir şekilde ele almıştım. Kısaca hatırlayalım (yararlanılan kaynaklar ve tamamlayıcı bir grafik o yazıda var). Yapılan çalışmalar potansiyel büyüme hızımızın yüzde 5 dolayında olduğunu ve bunun büyük ölçüde yatırımlar yoluyla, yani sermaye birikimi ile sağlandığını belirtiyorlar. Oysa akademik çalışmalar yüksek bir sürdürülebilir (potansiyel) büyüme hızına ulaşmanın yolunun teknolojik gelişmeden geçtiğini gösteriyor.
ABD'nin ya da AB üyesi ülkelerin ortalama kişi başına gelir düzeylerine kıyasla bazı ülkelerin kişi başı gelir düzeyleri nasıl gelişmiş sorusunun yanıtı arandığında ilginç bir saptama ortaya çıkıyor. Mesela İrlanda ve Kore gibi farklı ekonomik programlar uygulayan ülkeler son 25-30 yılda çok önemli mesafe almışken Türkiye nerdeyse yerinde saymış.
Oysa AB ülkelerinin ortalama refah düzeylerinin hiç olmazsa yarısına ulaşmak için orta dönemde yüzde 7'lik bir büyüme hızına ulaşmamız gerekiyor. Dolayısıyla, ilk temel sorunumuz, hem gelişmiş ülkelerin refah düzeyine daha hızlı yakınsamak, hem de giderek büyüyen işsizlik sorununu çözmek için mevcut potansiyel büyüme hızımızın düşük bir düzeyde olmasıdır.
Sorunlu işgücü piyasası
İşsizlik oranının yüksekliği karşı karşıya kaldığımız sorunların en önemlilerinden bir tanesi. On beş ve daha yukarı yaşta olup da askerlik yapmayanlar ya da öğrenci olmayanların sayısı, yani kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfusumuz 49.8 milyon. Oysa işgücüne katılan sayısı sadece 23.9 milyon. Diğer bir ifadeyle işgücüne katılım oranı yüzde 48. Bu çok düşük bir düzey. AB ülkelerinde yüzde 70'in üzerinde olduğunu da belirteyim bu oranın.
Bir ülkenin kişi başına gelir düzeyini dört bileşene ayırmak mümkün: Verimlilik düzeyi (çalışanların), istihdam edilenlerin işgücüne oranı, çalışabilir yaştaki nüfusun işgücüne katılan kısmı ve nüfusa oranla çalışabilir yaştaki nüfus. Dikkat ederseniz, son oran, o çok övündüğümüz olguyu ifade ediyor: Genç nüfusa sahip olmamızı. Bu fert başına milli gelirimizi artırmak için önemli bir avantaj. Ama Türkiye açısından sorun şu ki, çalışma yaşındaki insanlarımızın önemli bir kısmı çalışmak istemiyor. Özellikle kadınlarımızın işgücüne katılımı çok düşük bir düzeyde (yüzde 20'ler dolayında).
İşgücüne katılımın düşük olmasına rağmen işsizlik oranımız yüksek. Nisan ayında işgücünün 2.3 milyonu çalışmak isteyip, iş arama kanallarından en az birini kullandığı halde iş bulamayanlardan, yani işsizlerden oluşuyordu. Dolayısıyla, işsizlik oranı nisan ayında yüzde 9.6 olarak gerçekleşti.
İşgücüne dahil olmayanların, dolayısıyla da işsizlik hesaplamalarında dikkate alınmayanların bir kısmı iş bulma ümidini kaybettikleri için resmi iş arama kanallarına başvurmayan kişilerden oluşuyor. İş aramayıp, çalışmaya hazır olan bu kişiler de dikkate alınırsa işsizlik sorunumuzun daha büyük olduğu ortaya çıkıyor. Nisan ayında bu gruba girenlerin sayısı 1.9 milyon kadardı. Bu grubu hem işgücüne, hem de işsiz sayısına ekleyerek daha geniş tanımlı bir işsizlik oranı hesaplarsak yüzde 16.2'ye ulaşıyoruz. Bir de kadınlarımızın da işgücüne katılmaya ve iş aramaya karar verdiklerini düşünün...
Öte yandan işgücümüzün beceri düzeyi düşük. Önemli bir kısmı ilkokul mezunlarından oluşuyor. İşgücü piyasası çok katı. İşgücü talebini azaltan çok sayıda uygulama var. Bunlar aynı zamanda, kısmen ya da tümüyle kayıtdışı üretimi de özendiriyor.
Cari açık
Cari açığımız yüksek bir düzeyde. Bunun daha sonra ele alacağım gibi hem konjonktürden kaynaklanan kısmı var, hem de yapısal kısmı. Yapısal iki önemli nedeni var cari açığın. Birincisi yurtiçi tasarruf oranımız düşük bir düzeyde. Dolayısıyla büyüme hızımızı artırabilmemiz için 'başkalarının' tasarrufuna gereksinmemiz var. Yani dışarıdan kaynak bulmaya.
Türkçesi şu: Hızla büyüdüğümüz dönemlerde cari açığımız da yüksek bir düzeyde oluyor. Buna karşın, kriz yıllarında ekonomimiz küçüldüğü için işalat talebimiz azalıyor ve cari fazla veriyoruz.
Cari açığa ilişkin ikinci yapısal sorunun kaynağı 2005'den beri devrede. İleride Türkiye ekonomisinde makro ekonomik istikrarın kalıcı hale gelmesi ve Avrupa Birliği (AB) sürecinin yolunda gitmesi şartıyla daha bir belirginleşecek. Şu:
Türkiye ekonomisi milli gelir büyüklüğü açısından dünyanın ilk 20 ekonomisi arasında yer alıyor. Nüfusu büyük. Bu özellikler, saydığım iki koşulun sağlanması halinde Türkiye'yi yabancı sermaye açısından cazip bir ülke konumuna sokmak için yeterli. Bu döviz arzının artması anlamına gelir. Diğer yandan da aynı koşullar altında yerleşiklerin döviz cinsi mali varlıklara olan talepleri azalacaktır. Bu durumda döviz arzı ile döviz talebi arasındaki fark artacaktır.
Artan döviz arz fazlasına bağlı olarak, olumsuz dışsal şokların yokluğunda lira değerlenme baskısı altında olacak ve cari işlemler hesabı da yüksek düzeylerde açık verebilecektir. AB'ye yeni üye olan ya da aday konumundaki ülkelerin deneyimleri de bu hususa işaret etmektedir. AB sürecinde, bu ülkelerin önemli bir kısmının para birimleri değerlenme baskısı altında kalmış ve çoğunun cari işlemler hesabı belirgin biçimde açık kaydetmiştir.
Kavram karışıklıkları
Temel sorunlarımızdan biri de ekonomik tartışmalarda dikkati çeken kafa karışıklığıdır. Bu olgu, özellikle ekonomi politikası tasarlarken ve uygularken gereksiz yere zaman ve enerji harcanmasına yol açmakta, kimi zaman da tasarlayıcıları yanlış yola sevk eden önemli nedenlerin başında gelmektedir. Sadece iki örnek vermekle yetineyim.
Çoğu zaman iki farklı büyüme hızı kavramının olduğu göz ardı edilmektedir: Herhangi bir andaki büyüme hızı ve potansiyel (sürdürülebilir) büyüme hızı. Genellikle mevcut büyüme hızının düşüklüğünden şikayet edilip bu olgunun arkasındaki ana neden olarak faizlerin yüksekliği gösterilmektedir. Buradan çıkan doğal politika önermesi de faiz hadlerinin indirilmesi olmaktadır.
Oysa şikayet konusu olan büyüme hızı Türkiye ekonomisinin potansiyel büyüme hızı dolaylarında bir büyüme hızı olabilmektedir. Ekonomi teorisi ise, bir ülkede herhangi bir dönemdeki büyüme hızının potansiyel büyüme hızının üzerine çıkması halinde o ekonomide önemli sorunlar (enflasyon, cari işlemler açığı gibi) oluşabileceğine dikkat çekmektedir. Herhangi bir andaki büyüme hızı potansiyel büyüme hızından farklı olabilir. Ama bu farklılık devam edemez. Etmemelidir. İleride büyük sorunlarla uğraşılmak istenmiyorsa, mevcut makroekonomik politikaların değiştirilmesi ve potansiyele dönülmesi gerekir.
Elbette potansiyel büyüme hızımızı artırmaya çalışmamız gerekir. Ancak bu uzun soluklu bir yapılanmayı gerektirir. Yolu, daha eğitimli bir nüfusa ve daha kaliteli işgücüne sahip olmaktan, daha yüksek bir verim düzeyine ulaşmaktan, teknolojik atılımlardan geçer. Sağlam ve kaliteli bir fiziki altyapıyı, şirketlerin finansa erişiminin giderek kolaylaştığı bir ortamı ve kural hakimiyetinin sağlanmasını gerektirir.
İkinci örnek de şu: Faiz haddinin yüksekliğinden şikayet edilirken genellikle para politikası bu yükseklikten sorumlu olarak gösteriliyor. Bunun doğru olduğu durumlar olabileceği gibi olmadığı durumlar da var. Suçlamanın yanlış yapıldığı durumlarda genellikle faizlerdeki yükseklik artan risklerden kaynaklanıyor. Bu durum sıkça gözden kaçabiliyor.
Söz konusu risklerin önemli bir kısmının Türkiye'nin iç ve dış borçlarını ödeme kapasitesi ile ilgili olduğu sanırım yeteri kadar açık. Bu kapasite ise açık ki hem Maliye politikasından, hem de küresel gelişmelerden etkilenmektedir. Bu durumda, bazı dönemlerde faizlerin yükselmesinin temel nedeni para otoritesinin faizi yükseltmesi değil de, piyasada risk algılamasının artması olacaktır.
Burada tekrar altının çizilmesi gereken nokta şudur: Faiz yüksekliğinin arkasında her zaman para politikasının aranması son derece yanlış ekonomi politikası çıkarsamalarına götürebilir bizleri. Riskleri yaratan nedenlere eğileceğimize, para otoritesinin faizleri düşürmesini öneririz bu durumda. Açıktır ki, risk algılamasının arttığı bir ortamda para otoritesinin tam aksi yönde davranarak faizleri düşürmesi risk algılamasını daha da artıracak ve piyasa faizlerinin daha da yükselmesine yol açacaktır.
Reform yapamamak
Yukarıda belirtilen sorunların çözümleri kapsamlı reformlardan geçiyor. Önünüzdeki dönemde baş edilmesi gereken sorunları seçmek, bu sorunlardan hangilerinin çözümüne öncelik verileceğini saptamak, bunları çözmek için neler yapılması gerektiğini belirlemek ve bir takvime bağlamak önemli bir tasarım yeteneği gerektiriyor.
Şöyle dönüp yakın geçmişe baktığımda bu tasarım yeteneğinin varlığından şüphe duymama yol açacak çok sayıda neden görüyorum. Saymakla bitmez. Sadece bir tanesi: Makroekonomik istikrar sağlanmadan hızla büyümek, istihdamı ve refah düzeyini artırmak mümkün değil. Oysa yıllardır istikrarsızlıklarla boğuştuk. Ancak 2001 krizinden sonra 'kaçacak yerimiz kalmayınca' reform yapmaya başladık. O da 'başkalarının' elimize tutuşturduğu listeye bakarak. Başkalarının tasarımıyla...
Gelir düzeyi düşük çoğu ülkede bir türlü reform yapılamaması politik iktisatçıların da dikkatini çekiyor. Bu olgunun arka planında neler olduğuna dair farklı açıklama biçimleri var. Birincisi basitçe "ne tür reformlar yapacağımızı bilmiyoruz" şeklinde. Ama bu 'açıklama' biçimi, gelir düzeyleri vaktiyle çok düşük düzeyde olup da şimdilerde gelişmiş ülkeler düzeyine çıkan ya da orta gelir düzeyinin üstlerine tırmanan ülkelerin nasıl başardıklarını açıklayamıyor. İkinci açıklama biçimi ise az sayıdaki seçkinin politik gücü ellerinde bulundurmalarına dayanıyor. Böylelikle baskı altındaki çoğunluğun lehine olan ekonomik programlar hiçbir zaman uygulanamıyor. Oysa politik kurumlar değişiyor. Seçkinlerin bu kurumları bu yönde kullanmaları giderek zorlaşıyor. Buna karşın, kurumların giderek demokratikleştikleri ülkelerde bile, mesela Hindistan'da, reform yapmak çok sayıda engelle karşılaşabiliyor.
O zaman yanıtı başka yerde aramak gerekiyor. Bu alanda yapılan çalışmaların önemli bir kısmı reformdan yararlanacakların tekdüze (homojen) bir grup olmadığına ve dolayısıyla farklı çıkarların bulunduğuna, reformdan kimlerin yaralanacağı hakkında reformlar uygulanmadan önce belirsizlikler olduğuna, kaybedenlerin zararlarının tazmin edilip edilmeyeceğine dair belirsizliklerin varlığına ve güçsüz grupların organize olmamsına değiniyor. Bu tür sorunlar, reformlar yapıldıktan sonra kazançlı çıkacakların bile reformlara baştan karşı çıkmalarına yol açabiliyor. Türkiye için hepsinin geçerlik payı var.
Durum: Enflasyon ve büyüme
Gelelim mevcut duruma. Önce enflasyon. Büyük ölçüde dış gelişmelere bağlı olarak tüketici enflasyonu yüzde 12'ye yükseldi. Dış gelişmelerin nasıl şekilleneceğine ilişkin çok sayıda belirsizlik var. Ancak petrol fiyatlarında son günlerde gözlenen eğilim kalıcı olursa ve lira da değerli konumunu sürdürürse, yıl sonunda Merkez Bankası'nın tahminleri ile uyumlu bir enflasyon patikasına oturmak mümkün olacak. Şüphesiz bu öngörüde çok fazla 'eğer' var.
Enflasyonda artık en kötüyü bıraktık dedirtmeye yarayacak bir başka gelişme de üretim tarafından geliyor. Merkez Bankası'nın ısrarla belirttiği iç talepte enflasyonu düşürmeye yardımcı olan gelişmeler daha bir belirginleşti cuma günü açıklanan üretim değerleriyle.
Özellikle imalat sanayii üretiminde yavaşlama daha belirgin: Haziran ayında, bir yıl öncesinin aynı ayına göre üretim azalması yaşandı bu sektörde. Şüphesiz az sayıda gözleme dayanarak yorum yapmanın anlamı yok. Ancak aylık değil de üçer aylık hareketler olarak bakılınca da imalat sanayi üretim artış hızının yavaşladığı hemen görülüyor (Grafik 1).
Yılın ilk iki çeyreğindeki üretim artışı 2007'nin altında. Altı aylık değerler de şöyle: 2007'de yüzde 5.4 olan artış hızı 2008'de yüzde 4.4'e düştü. Sanayi sektöründeki artış hızları ise aynı dönemler için sırasıyla yüzde 6 ve 4.9.
Üretimdeki bu gelişme istihdam açısından sevimsiz de olsa beklenmedik bir gelişme değil. 2007'ye kıyasla 2008'de büyüme hızımızın daha düşük olmasına yol açacak önemli nedenler var. Bunların başında yurtdışı mali piyasalardaki depremin yarattığı büyük belirsizlik geliyor. Yine dışarıdaki gelişmelere bağlı olarak artan risk primi ve faizler de bu öngörüyü destekliyor. Bir de bizim içeride bir türlü yeni bir program ortaya koyamamamız da bu olumsuzluğa katkıda bulunuyor.
Düşük büyüme öngörüsüne ters iki hareket ise şunlar: Yılın ilk beş ayında yurtiçi reel kredi genişlemesi 2007'ye kıyasla daha yüksek bir düzeydeydi. İkinci olarak da tarımsal üretim artışının 2007'ye göre daha fazla olması ihtimali var.
Durum: Cari açık
Geride bıraktığımız hafta ödemeler dengesi verileri de açıklandı. Cari işlemler hesabı cephesinde çok fazla değişen bir şey yok. Cari açık hız kesmeden artmaya devam ediyor: Yılın ilk altı ayında geçen yılın aynı dönemine kıyasla 8 milyar dolarlık bir artış var. Cari açığın ilk altı ayda geldiği düzey ise 27.3 milyar dolar.
Üretimdeki yavaşlama eğilimi ile karşılaştırıldığında cari açığın artmayı sürdürüyor olması tarihsel deneyimimize ters düşüyor ilk bakışta. Zira geçmiş veriler büyüme hızımız yavaşladıkça cari işlemler hesabımızda da iyileşme olduğunu gösteriyor. Tabii cari işlemleri etkileyen diğer unsurlar aynı kaldığı sürece.
Bu unsurlar aynı kalmıyorlar elbette. Artan enerji ve emtia fiyatları işalatımızın da faturasını yükseltiyor; cari açık ile büyüme hızı arasındaki bu kuvvetli ilişkiyi maskeliyor. Bu ilişkiyi bir kez daha sergilemek için bir grafik daha veriyorum.
İkinci grafikte işal fiyatlardaki gelişmelerden arındırılmış (reel) işalat ile imalat sanayii üretiminin yıllık artış hızları beraber gösteriliyor. Veriler üçer aylık ve 2004'ten başlıyor. Soldaki eksen işalat için. Üretim, yuvarlakların yer aldığı çizgi ile gösteriliyor. Her iki değişkenin de beraber hareket ettiği gözleniyor. Son gözlem her ikisinde de düşüş olduğunu ifade ediyor.
Durum: Küresel fiyat gelişmeleri
Son yıllarda emtia fiyatlarında gözlenen artış Türkiye'yi de etkiledi. Yukarıda değinildiği gibi büyük ölçüde bu nedenle enflasyon yükseldi. Bir diğer etki de yine yukarıda belirtildiği gibi cari açığımızın artmasıydı. Peki, cari açığımız ne kadar etkilendi?
Tabloda, "Enerji fiyatları 2002'deki düzeyinde sabit kalsaydı cari işlemler açığımızın milli gelire oranı ne olurdu?" sorusu yanıtlanıyor. Bir varsayım yapılıyor: İşalat miktarları ile oynanmıyor. Şüphesiz enerji daha ucuz olsaydı, miktar olarak daha fazla işalat yapacaktık. Ama bu tür işalatın fiyata duyarlılığının yüksek olmadığı dikkate alındığında, işin özünün çok da değişmeyeceği hemen ortaya çıkar. Ayrıca ihracatımıza olan etki de dikkate alınıyor.
Görüldüğü gibi sabit enerji fiyatlarıyla hesaplanan cari açığımızın milli gelire oranı 2006'da yüzde 3.5'e, 2007'de ise yüzde 3.2'ye düşüyor. Gerçekleşene göre azalma 2.5 puan. 2008'de ham petrolün varilinin ortalama 125 dolar varsayımıyla yapılan hesaplamada ise, sadece petrol fiyatlarındaki artışın ek maliyetinin (2002'ye göre) 18 milyar dolar dolayında olabileceği anlaşılıyor. 2007'deki ek maliyet oysa 7.7 milyar dolar düzeyindeydi.
Tablo 1: Cari açığın GSYİH'ye oranı (yüzde)
Enerji fiyatları
Gerçekleşme Artmasaydı Fark
2003 2.5 2 0.5
2004 3.7 2.8 0.9
2005 4.6 2.9 1.7
2006 6.1 3.5 2.6
2007 5.7 3.2 2.5
Enerji fiyatlarındaki artıştan arındırarak cari açığa bakmanın nedeni elbette ki cari açığı küçümsemek değil. Çok önemli bir nedeni var: Varsayalım ki enerji fiyatları bugünkü düzeyinin dörtte birine düştü ve bizim cari açığımız bizleri rahatsız etmeyecek bir düzeye geriledi. Bu durumda yukarıda temel sorunlarımız arasında saydığım cari açığa ilişkin iki yapısal sorunumuz çözülmüş olmayacak ki. Dolayısıyla, önce doğru ölçüm, sonra reçete...
Daha fazla uzatmayacağım. Ancak bu listeye AB sürecinin yavaşladığını ve IMF ile yola nasıl devam edeceğimizin belirli olmadığını da eklemek gerekir. Durum saptaması önemli elbette ama daha önemlisi "Peki ne yapmamız gerekiyor?" sorusunu yanıtlamak. Sihirli çözümler yok, yapılacaklar üç aşağı beş yukarı belli. Büyük ölçüde daha önceki yazılarımda değindim. Yine ele alırım ileride...