Yeni Zelanda başbakanı doğum iznine çıktı
Yeni Zelanda başbakanı Jacinda Ardern geçen hafta görev başındayken ilk çocuğunu doğurdu ve inanmayacaksınız ama, tam 6 haftalık bir doğum iznine çıktı. Şimdilerde yeni doğan bebeğine bakıyor. Altı hafta sonra ise bebeğe, gün boyu babası bakacakmış. Önce haberden başlayayım, sonra da bu haberin bana hatırlattıklarına kısaca bir değineyim.
“Çocuk da yaparım, kariyer de”
1980 doğumlu Jacinda Ardern daha geçen yıl Yeni Zelanda’ya başbakan olmuştu. Ayağının tozuyla yaptığı ilk icraat ise doğum iznini 18 haftadan 22 haftaya çıkartmak olmuştu. Ama o yalnızca 6 hafta izin aldı. Göreve geldiğinde, bir televizyon programında, kendisine “Çocuk doğuracak mısınız? Her işverenin bunu bilmeye hakkı var” diyenlere “Ne zaman çocuk doğuracağı konusu, yalnızca buna karar verecek kadınları ilgilendirir. Kimse bu konudaki zamanlamayı işe alınma önkoşulu gibi ortaya koyamaz ve çalışmak isteyen kadınlara böyle bir soru soramaz” demişti, “Ancak genel olarak bakıldığında, aynı anda birden çok işi yapmanın (multi tasking) normal kabul edildiği bu çağda, “çocuk da yaparım, kariyer de” diye de eklemişti. Şimdi Ardern, dünyada, görev başında iken doğum iznine çıkan ilk kadın başbakan unvanını aldı. Çığır açtı, bana sorarsanız.
Nerede bu Yeni Zelanda?
Yeni Zelanda, Pasifik Okyanusu’nun ortasında bir ülke. Bizim haritalarda, Avustralya’yı geçip, sağdan aşağıya doğru giderseniz Yeni Zelanda’ya varıyorsunuz. Ama aslında Avustralya ile Yeni Zelanda arası yaklaşık 2000 kilometre. Kısa değil yani. Auckland-Sydney uçuşu 3 saat 40 dakika sürüyor. Karşılaştırmak için Van-İstanbul uçuşuna bakabiliriz: 2 saat 5 dakika. Suyun tam ortası derken, abartmıyorum yani.
Geçenlerde Avustralya’nın Sydney kentinde dolaşırken, “Coğrafyanız kaderinizse, bu ne güzel bir kader böyle” diye düşünmüştüm. Türkiye gibi etrafında Rusya, İran, Suriye, Irak filan yok. Sıkıntı yok yani. Yine “keşke Türkiye de buralarda bir yerde olsaydı” diye düşünmedim değil doğrusu. Orta Doğu yok, dert yok. Şimdi bu durum, Yeni Zelanda için daha fazlasıyla geçerli. Çin’in başkenti Beijing’ten Londra’ya uçmak için 11 saat gerekiyor. Yeni Zelanda’nın başkenti Auckland’dan Londra’ya uçmak için ise, mutlaka aktarma yapmak ve 25 saat gerekiyor. Yeni Zelanda o kadar izole bir yerde yani. Etrafında Fiji, Yeni Kaledonya, Avustralya gibi ülkeler var.
Ama ülke öyle küçük bir ada filan değil aslında. Yeni Zelanda’nın büyüklüğü İngiltere’den yüzde 2 kat daha fazla. Tam 268 bin kilometrekare. Aşağıda kalınca ufacık duruyor ama o bizim haritalardaki göz aldanması. Türkiye’nin neredeyse üçte biri büyüklüğünde Yeni Zelanda. Nüfusu ise 5 milyondan daha az bu arada. İşte, Jacinda Ardern böyle bir ülkenin üçüncü kadın başbakanı. Daha önce hem eski başbakan Helene Clark ile birlikte çalışmış, hem de İngiltere’de başbakanlığı sırasında Tony Blair’in ekibinde görev yapmış. Siyasette çekirdekten yetişmiş bir nevi.
“Şimdi bensiz ne yaparlar?”
Şimdi bu kıssadan bir kaç sonuç çıkarayım, müsaadenizle. Birincisi sanırım son derece açık. Artık 1980 ve sonrasında doğanların ülke yönettiği bir dünyada yaşıyoruz. Trudeau, Kanada başbakanı olduğunda, ona genç başbakan diye bakmıştık. Halbuki o 1971 doğumlu. Artık 1980 doğumlular da ülke yönetiyor. Gördüğüm kadarıyla ülkeler de batmıyor. Tecrübe önemli ama enerji de lazım.
İkincisi, bir ülkenin başbakanı, “Allah’ım, başlarında ben olmadan, benim ustalığım ve birikimim olmadan bu insancıklar ne yaparlar?” demedi, 6 koca hafta izin aldı. Gitti yeni doğan kızına bakmaya başladı. Şimdi diyeceksiniz ki, “Kardeşim orası Yeni Zelanda, orada kişi başına milli gelir neredeyse 40 bin dolar. Burası mesela, öyle değil, daha onların ancak dörtte birine ulaştık, Türk lirası Amerikan doları karşısında değer kaybetmeye devam ederse, nereye düşeceğimizi daha bilmiyoruz bile” Ama bakın durun, derim doğrusu. O tam öyle değil. Bu bir hal ve pek de sık rastlanan bir hal doğrusu.
Eskiden İngiltere başbakanı Tony Blair’de bir nevi böyleydi. Başbakanlığa 1997’de gelmiş ve 2007’de gitmişti. Geldiğinde, “Yarın İngiltere başbakanlığı görevini devir alacağım, gece uyuyamadım. Ülkenin karşı karşıya olduğu sorunlarla baş edip edemeyeceğimi düşündüm” derken; giderken “yarın görevi Gordon Brown’a devredeceğim, ülkenin karşı karşıya olduğu sorunlara bakınca, acaba bensiz nasıl idare edecekler diye gece uykum kaçtı” havasındaydı.
O dönemde, bu hale, İngiltere dışişleri eski bakanı David Owen “Kibir Sendromu (hubris syndrome)” adını takmıştı. Owen’a göre üç kere üst üste seçim kazanan bütün liderler, mesela Blair ve Thatcher, hep kendilerini vazgeçilmez sanırlar. Dolayısıyla hadisenin kişi başına milli gelirle doğrudan bir alakası yok sanırım. Hadise daha çok insan beynindeki kimyasal süreçlerle alakalı, bir nörolog olan Owen öyle diyor.
Bu hadise toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde kadınları güçlendirdi
Ama bence bu hadisenin en önemli sonucu kadınları güçlendirmesidir. Bir kadın başbakanın üstelik görevdeyken çocuk doğurup, doğum iznine çıkması normal ve insani olan yeni bir normale, yeni bir kurala işaret etmektedir. Kadınların toplumsal yaşamda, iş hayatında daha fazla yer edinmek için, erkek gibi olmaları gerek şart değildir ve olmamalıdır. Kadınlar siyasete girebilir, başbakan olabilir. (Yapılan çalışmalar zaten dünyada ülkelerin yüzde 38’inde, en az bir yıl, kadın başbakan ve cumhurbaşkanlarının görev yaptığını söylüyor). Kadın başbakan ya da cumhurbaşkanları görevleri sırasında çocuk da doğurabilir (Görev başında hamile olan başbakan listesi uzun değil. Ardern’in yanı sıra bir de Pakistan’dan Benazir Butto var). Bu arada, doğum yaptıktan sonra, doğum iznine çıkıp, çocuğuna da bakabilir (Bakın bu konuda, Ardern ilk oldu).
Ardern’in genç kadınlar için son derece önemli bir rol model haline geldiği sanırım ortada. Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda, kadın ve erkeklerin verili sosyal rollerinin yeniden tanımlanması sürecinde Ardern önemli bir rol oynuyor. Normun 21’inci yüzyılda değişmeye başlamasının ben son derece faydalı olduğunu düşünüyorum doğrusu. Kadınlar için yapılabilir olanlar yelpazesi, Jacinda Ardern ile birlikte hem genişlemiş hem de toplumsal hayatta kadın olmak normalleşmiştir. İyi olmuştur.
Darısı başımıza
Ne diyeyim? Her iki alanda da, biz de artık 21’inci yüzyılın parçası olalım derim ben. Hem “çocuk da yaparım kariyer de” normu yerleşsin, hem de “mezarlıkların vazgeçilmez insanlarla dolu olduğunu” hiç unutmayalım. Ben bu hafta Yeni Zelanda başbakanının doğum izni ile ilgili haberleri işte bu duygu ve düşüncelerle okudum doğrusu. Yeni Zelanda’ya gıpta etmedim dersem, yalan olur.
Doğrusu ya, ben Türkiye konusunda yine de iyimserim. Türkiye 1980’den sonra dünyanın ayrılmaz bir parçası olduğunda zenginleşebileceğini gördü. O günlerde 1500 dolar kişi başına gelirden 10 bin dolara dışa açılarak geldik. Dünya ekonomisinin parçası olmak, bize hep iyi geldi. Arada yan yollara sapsak da, ana yoldan doğrusu hiç de fazla ulaşmadık. Ana yolu takip etmek bize hep iyi geldi.
Türkiye’nin önünde son derece ciddi meseleler var mı? Var. Öncelikle içinde bulunduğumuz döviz krizinin olası bilanço etkilerini sınırlandırmamız gerekiyor. Kolay mı? Zor. Ancak şunu hiç unutmamak lazım. Türkiye her ekonomik krizden sonra hep süratle toparlandı. Doğrudur, yine bir har vurup harman savurma döneminden sonra, “harç bitti, yapı paydos” aşamasındayız. Ancak o har vurup harman savurma döneminde kişi başına gelir 10 bin doları geçti, herkes az ya da çok bir şeyler biriktirdi. Şimdi ilk dikkat edilmesi gereken, milleti negatif bir servet şokundan korumak olmalı. O olursa, toparlanma hep umulandan hızlı olur. En son 2001’de böyle olmuştu.
2001 tecrübesinden aklımda bir tek cümle kaldı: Ülkeler batmaz, hiç batmaz, hep birden çok yol vardır.