Yeni öncelikler ve pragmatizm
Aradan üç hafta geçti ama meş’um darbe girişimi üzerine, hadi seçerek okunabilecek yazılı basın neyse de, özellikle görsel medyada izlemekten yorulduğumuz bitmez tükenmez tartışmalar, süratle geçmeyi umduğumuz normalleşme sürecinin maalesef gereğinden uzun sürebileceği yönünde kaygılar yaratıyor. Üstelik tartışmaların çoğunun kalitesi, yani geçiş dönemini kısaltacak sadra şifa bilgiler ve öneriler içerdiğini söylemek de zor. Kimi geçmiş mağduriyetlerden de mütevellit içini soğutmak, kimi tehlikeye ne kadar eskiden vakıf olduğunu ve birilerine uyarı yaptığını kanıtlamak, kimi yeni dönemde avantajlı konum sağlamak, kimi de fırsat bulmuşken sevmediklerini karalamak için coşkuyla laf kapma telaşında. Objektif ve geleceğe ışık tutacak analizler pek az. Oysa genellikle geçmişe ilişkin olan ve hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu da dinleyicinin bilemeyeceği bu tür bilgi ve duyumların başta parlamento olmak üzere hükümete ve yargıya iletilmesi, bu anayasal kurumların işlevlerini etkin bir şekilde yerine getirmesine yardımcı olunması daha isabetli olacak. Bu arada bana anlamlı gelen az sayıdaki tespitten biri, Hasan Bülent Kahraman’ın 15 Temmuz’un halkın fiilen koruma eylemi ortaya koyarak ilk defa demokrasi bilincinin kökleştiğini gösterdiğini söylemesiydi. Dileriz ki bu tespit haklı çıkar ve böylece sadece siyasi liderler arasında değil toplumda da en büyük ortak payda olarak demokrasi ekseninde bir kaynaşmaya, böylece kutuplaşma ve ötekileştirmeyi hafifl etip sorunların kolektif uzlaşma ile aşılmasına yardımcı olur.
Moody’s, OHAL ve Batı Dünyası
15 Temmuz’da zaten ağır ve başarılı bir sınav vermiş olan toplumun enerjisini bir an önce olağan gündeme ve halen kırılganlığını sürdüren temel zafiyetleri gidermeye yönlendirmek, travmanın kısa vadeli etkilerinin büyük ölçüde dengelendiği, asıl orta ve uzun vadeli etkilerinin yönetilmesinin kritik bulunduğu düşünüldüğünde daha da önem kazanıyor. Geçen hafta değindiğimiz gibi, darbe girişiminin ekonomik sonuçları bakımından önemli hasar verdiği kurumsal yapı kalitesi algısının, OHAL çerçevesinde ivedilikle alınan tedbirlerden nasıl etkileneceği de dikkatle gözlenmeli. Moody’s’in ilk aşamada kredi notu ile ilgili olumsuz bir karar vermemesi ve şimdilik izlemeye devam etmesi de, darbe sonrası uygulamaların özenle yürütülmesi gerektiğine işaret ediyor. Diğer anlaşmalı derecelendirme kuruluşu olan Fitch’in 19 Ağustos’taki toplantısından da aynı yönde bir sonuç çıkması muhtemel. İki kuruluş ta önümüzdeki iki ayda göstergelerde, piyasada ve kurumsal yeniden yapılanmada ortaya çıkacak gelişmelere odaklanacak. Yapılacak iş, bu kuruluşlara atarlanmayı bir yana bırakıp, travma etkisini hem öteden beri devam eden yapısal zafiyetlerimizin, hem de başta turizm ve ihracat olmak üzere son dönemlerde olumsuz seyreden konjonktürel risklerin daha kararlı bir biçimde ve ortaya çıkan uzlaşma atmosferinde üzerine gitmek için bir ateşleyici olarak kullanmaktır. Kamu yönetiminin saydam ve liyakat temelli yani sağlıklı bir dokuya kavuşturulması, yargı bağımsızlığının ve akademik özerkliğin sağlanması, temel hak ve özgürlükler açısından titiz davranılması, sonunda hep dönüp yatırımcı güvenini arttıracak, ülkeye inancı güçlendirecek adımlar olarak görülmelidir. OHAL uygulamalarının da hukuk ilkelerinden sapmadan yürütülmesi ve kısa sürmesi, uluslararası iş ve ekonomi çevrelerindeki kaygılı bakışı sona erdirebilir. Başbakan Yıldırım’ın darbe girişiminde ve sonrasında gözlediğimiz serinkanlı ve dengeli liderliği, hükümetin bu fırsatı kullanabileceği umudunu veriyor.
Öte yandan en büyük ekonomik ortağımız AB ve en önemli siyasi müttefikimiz ABD ile ilişkileri gerginleştirmenin bu süreç boyunca hiçbir şekilde yardımcı olmayacağını da akıldan çıkarmamakta yarar var. Onlarla ihtilafl arımızı ve uzlaşmazlıklarımızı, medya üzerinden ve dünya kamuoyuna yönelik sert mesajlar ve inatlaşma yerine, müzakere ve diyalog ile çözmeye çalışmamızda yarar var. Türkiye’nin hayati büyüme ihtiyacı için hava ve su kadar ihtiyaç duyduğu dış kaynak girişi, gerek doğrudan yatırım gerekse portföy yatırımı anlamında, bu ülkelerden besleniyor ve alternatif ikame şansı yok. Ayrıca uzun vadeli jeopolitik risklerin yönetimi ve gelecek vizyonumuz yönünden de “batı dünyası “diye özetlediğimiz bu ülkelerle ilişkilerimiz stratejik hassasiyet taşıyor. Kuşkusuz diğer ülkelerle ve bölgemizdeki komşularımızla da ilişkilerimizi geliştirmeliyiz, ancak bunu batı ile ilişkilerimizi bozarak değil koruyarak yapmamız daha kolay. Kaldı ki şimdiye kadar defalarca teyit ettiğimiz reform ajandamızın ana çatısı da AB sürecinin bir yansıması.
Pragmatik kaynak arayışları ve önkoşul
Hal böyle olmakla birlikte kısmen ortaya çıkmaya başlayan olağan gündem başlıklarının, reform niteliği taşıyanlardan çok, siyasal cazibesi ve konjonktürel niteliği ağır basan inisiyatifl er olduğu görülüyor. Klasik yasama prosedürümüz haline gelen torba yasa halinde TBMM’ye sevk edilip bir kısmı yasalaşan, diğerleri görüşülmekte olan bu düzenlemelerin en önemlileri “vergi ve varlık barışı”, yeni teşvik rejimi ve nihayet daha yaratıcı ve farklı bir karakter taşıyan “Türkiye Varlık Fonu “ kurulması. Yetkililer, tahsil edilemeyen kamu alacaklarına taksit kolaylığı niteliğindeki vergi barışını, yürürlüğü yaklaşan OECD bilgi değişimi ve vergilendirme kuralları öncesi son çıkış diye tanımladıkları varlık barışı ile konsolide ederek pragmatik bir kaynak girişi enstrümanı yaratmışlar ama bunun diğer taraftan ülkenin kurumsal yapısındaki zafiyetin yeni bir teyidi anlamına geldiği de açık.
Teşvik rejimine de, önceki iddialı versiyonların bölge ve sektör kriterlerine ek olarak, hükümetin gerekli özellikleri taşıdığını onayladığı yatırım projelerine hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan sınırsız teşvik verilmesini öngören bir yeni düzenleme ekleniyor. Projelerin tanımı arz güvenliğini sağlama, dışa bağımlılığı azaltma, teknolojik dönüşüm, arge ve inovasyon unsurlarını ayrı ayrı veya birlikte içerecek şekilde geniş yapılmış. Bugüne kadar ne katma değeri arttırma, ne de bölgesel dengesizlikleri giderme hedefl erine varamayan sistemin bu defa daha cesur ve gerçekçi bir anlayışla ele alındığı söylenebilir, uygulamanın sulandırılmayacağını umarız. Doğal kaynak zengini ya da cari fazla veren ülkelerde rastlanan “varlık fonu” girişiminin yerel versiyonunun ise başta özelleştirme olmak üzere kamu gelirlerinden ayrılacak kaynaklara dayanan, her türlü finansman arayışına yetkili ve reel sektör ile stratejik projelere uzun vadeli kaynak sağlayacak ve her türlü yük ve kısıtlamadan muaf olacak bir kamu sermaye şirketi(eski tabiriyle KİT) olacağı anlaşılıyor. Kaynakların alternatif maliyeti ile finanse edeceği projelerin getirisinin kıyaslaması anlamında ilginç bir egzersiz olacağı açık. Ancak günün koşullarında önceliğin yatırımcı algısını düzeltecek adımlarda olduğu da açık. Zaten onu sağlamazsanız bütün bu inisiyatifl erle çekmeyi umduğunuz kaynaklar da gelmez.