Yeni hikaye için yeni anlayış gerek
Ülkelerin düşük gelir düzeyinden orta düzeye (yani yaygın referans yapıldığı gibi on bin dolar kişi başı gelire) ulaşması, kalkınma sürecinin ilk aşamalarında, daha kolay ve hızlı oluyor. Çünkü sadece piyasa ekonomisine geçilmesi, tarımın makinalaşması, okuma yazma oranının artması ve kentleşmenin başlaması bile toplumdaki potansiyel kapasitenin hareketlenmesini sağlar. Gerçi bu ilk süreçleri gerçekleştirme becerisi açısından bile bir ülkeden diğerine yabana atılmayacak farklar bulunduğu da bir gerçek, bunu iyi yapıp bir sonraki aşamaya geçen ve birinci lig düzeyini yakalayanlara başarı hikayesi denmesi de o yüzden. Yine o yüzden kalan ve bizim de içinde bulunduğumuz kalabalık grup, bir türlü “yükselen” ya da “umut vadeden” kategoriden, yani günün moda deyimiyle orta gelir tuzağından çıkamıyor. Çünkü bu düzeyin üstünde gelir ve refah artışı sağlamak artık doğal işleyişle sağlanamayacak kadar karmaşık ve çok boyutlu bir stratejik doğrultu ve anlayış gerektiriyor.
İçeride hatalar, dışarıda riskler
Türkiye, çoğu benzer ülkeye oranla oldukça erken girdiği ve belli kesitlerde başarılı da olduğu serbest piyasa içinde gelişme serüveninde, sanırım daha önce de söylemiştim, hep kritik yol ayrımlarında kolay ama yanlış olanı seçtiği için kalıcı bir hikaye yaratamıyor. Çünkü genellikle montaj ağırlıklı olsa da bölgede lider sayılacak bir çeşitlenme kazanmış sanayileşme sürecini teknoloji transferi ve tasarım kapasitesi ile güçlendirecek yerde sanayinin milli gelirdeki payının gerilemesine seyirci kalıyor, ortak paydada buluşan geniş bir orta sınıf oluşturacak yerde kültürel, bölgesel ve etnik aidiyetlerin öne çıkmasına ve böylece siyasetin kısırlaşmasına yol açıyor, eğitim kalitesinde OECD'de ilk beşi yola bizden sonra çıkan ve gelişmiş batı'yı da sollayan uzak doğulu ülkeler oluştururken ancak 41. sıraya ulaşabiliyor, büyümeyi tüketim ve ithalatta, istihdamı inşaat ve hizmette arayarak verimlilik kapasitesini kısıtlıyor, üretim dinamiğinin başlıca iki bileşeni olan sermayeyi ve nitelikli işgücünü cezbetmek de, daha kötüsü elde tutmak da zorlaşıyor.
Yeni hikaye yaratmanın zorluk derecesini arttıran dışsal yani kontrolümüz dışındaki gelişmeler de artıyor ve çeşitleniyor. Yeni küresel ekonomik düzen için transatlantik ve transpasifik ortaklık arayışları, büyük ekonomilerde para politikası değişiklikleri, enerji piyasalarındaki gelişmeler ve içinde bulunduğumuz bölgedeki siyasi istikrarsızlıklar bizim için de yönetilmesi gereken riskler anlamına geliyor. Tabii bunlar, işimizi iyi yapar ve strateji belirleyip uygulayabilirsek teorik olarak fırsat haline de dönüşebilir. Öte yandan yarışa katılan ülkeler de gün geçtikçe artıyor. Yani bütün küresel ekonomiyi sıçratacak büyük teknolojik gelişmeler olmadıkça aşağı yukarı aynı düzeylerde kalacak yatırım sermayesine ve onu yönetecek yetenek havuzuna talip olacak oyuncular çoğalıyor. Son bir haftadaki gelişmelere bile bakmak yeterli. Yıllar süren ambargo ile sistemin dışında kalan İran, gelişmiş batı liderleriyle yaptığı nükleer anlaşma ile dondurulmuş kapasitesini çözme şansı yakaladı. Prof. Steve Hanke'ye göre serbest pazara açılması sonucunda önümüzdeki üç yılda zincirinden boşalmış gibi yüzde 30'un üstünde bir büyüme oranı yakalaması ve yükselenler kulübüne yaklaşması muhtemel. Son zamanlarda AB'nin hastalıklı ve çürük ortağı durumuna düşen Yunanistan da acı ilacı içme pahasına yörüngeye yine oturmak üzere. Anlaşılan AB ne kadar acımasız görünse de, farklı kurumlaşma düzeyleri dolayısıyla tek para birimini taşımakta zorlanan üyelerini birlik içinde tutmaya, bu arada kendi sistemik kusurlarını da gidermeye kararlı. Zaten mevcut refah düzeyiyle bile bizim iki katımızı aşan Yunanistan'ın yapısal bozukluklarına odaklanması ve kendi hikayesini oluşturmaya yönelmesi mümkün olacak. Mutfağımızı hızla düzenleyip dirençli ve esnek bir ekonomik yapı oluşturamaz, bu temel üzerinde akıllı stratejiler uygulayamazsak, aslında yarar ve sinerji üretebileceğimiz bu gelişmeler sadece yeni rakipler anlamına gelebilir.
Parçalanmış toplum ve değişim talebi
Düşünüyorum da, içeride konuşup tartıştığımız konuların pek azı, şiddetle ihtiyaç duyduğumuz başarı hikayesinin bileşenleriyle ilgili. Geçenlerde CNN International'da veya Bloomberg’de miydi bilmem, yakınlarda ölen efsanevi Singapur lideri Lee'nin tekrarlanan söyleşisini izlerken aklıma geldi, bu bileşenlerin ne olduğu belli: Eğitim kalitesi, bilim ve teknoloji üretimi, inovasyon. Oysa biz enerjimizin çoğunu din, yaşam tarzı, etnisite gibi değerler seti üzerindeki farklılıklarımızı üstelik yapıcı değil yıkıcı tarzda pek bir sonuca varmayı da önemsemeden konuşarak harcıyoruz. Yani asıl odaklanmamız gereken sorunlar için ne takatimiz, ne de isteğimiz kalıyor. Durumumuz, yıllar önce bir konferansını dinlediğim Huntington'un Türkiye'yi nitelerken kullandığı “parçalanmış toplum” tanımını haklı çıkarıyor. Kaldı ki bizim yeterince rekabetçi ve verimli bulmadığımız, ama basında bolca haberleri yer alan şirketler de ülkedeki toplam işletme sayısının ancak yüzde biri. Geri kalanlarda durum daha da kötü. Üstelik bir ekonomi hakkında yargıya varılırken o çoğunluğun önemi daha büyük. Tıpkı toplumun düzeyini büyük çoğunluğun durumunun belirlemesi gibi. Sanıyorum temel sorunlarımızdan biri ortak bir yaşam kültürüne, din ve ideolojilerden bağımsız ortak bir ahlak koduna sahip olmayışımız. Bu, ekonomik yapının olgunlaşmaması ve üretim tarzının oturmaması ile de ilintili olmalı. Kentleşmeyi zihniyet anlamında kentlileşmeye dönüştürememiş olmamız da, nitelik odaklı bir eğitim sistemini kuramamamız da, girişimcilikten komşuyu taklidi anlamamız da ondan.
O halde yeni hikayeyi yaratacak ve sahiplenecek dinamik nereden gelecek? Toplumda bir değişim talebi var, ama bu talebi karşılayacak dönüşümü organize ve disipline edebilecek demokratik ve sivil bir güç nasıl oluşacak? Geniş tabanlı bir koalisyon ihtimalinin arttığı bir dönemde bu soruların cevaplarını aramak, belki de eskimiş ve köhnemiş yaklaşımları bırakıp yeni bir anlayış geliştirmeyi denemesi gerekecek hükümet ortaklarının önceliği olmalı.