Yeni hikaye: Euroya geçmek mi demokrasi ve hukuk mu?
Bunca yıldır DÜNYA’da yazıyorum; ilk defa oldu: Yazı İşleri’nden bir yazı isteği geldi; euroya geçişi Türkiye açısından değerlendirip değerlendiremeyeceğimi sordular. İlk başta “şimdi bu da nerden çıktı” derken bir dakika ya geçti ya geçmedi “bu haftanın yazısını da kurtardık” psikolojisi hakim oldu ve bu konuyu kısaca ele almaya karar verdim.
Önce bir hatırlatma. Euroya geçişin yararlarının sıralandığı listenin baş tarafında ‘kur riskinin ortadan kalkacağı için euroya geçen ülkede faizlerin düşeceği’ yararı yer alıyor. Oysa 2009 sonlarından bu yana yaşadıklarımız bazı koşullarda kazın ayağının hiç de öyle olmayabileceğini gösteriyor. Üstelik bu koşullar öyle ender rastlanılan koşullar değil.
Mesela 2009’dan bu yana alın Yunanistan, Portekiz, İtalya ve İspanya devlet tahvillerinin faizlerini ve Almanya’nın aynı vadedeki devlet tahvil faizi ile karşılaştırın. Bazı dönemlerde arada ‘korkunç’ fark var. Elbette Almanya’nınki en düşüğü. Aynı para birimini kullanmalarına ve aynı merkez bankası tarafından yönetilmelerine karşın durum böyle. Almanya faizi ile aralarındaki farkın temel nedeni belli: Bu ülkelerin riskleri daha yüksek Almanya’ya göre. Risk ise asıl olarak maliye politikalarından kaynaklanıyor.
Dolayısıyla euroya geçiş bir ülkeyi krizlerden muaf tutmuyor; mutlak bağışıklık kazandırmıyor. Muaf tutmadığı gibi krizden çıkış sürecinde çok önemli bir ayak bağı olabiliyor. Zira krizde iç talep bıçak gibi kesiliyor; büyüme oranınız eksi rakamlara düşüyor ve işsizlik oranınız sıçrıyor. Maliye politikanız zaten kriz öncesinde sorunluysa ve bu nedenle kamu borcunuz yüksekse, iç talebi canlandırmak için kamu harcamalarını artırıp vergi oranlarını düşüremiyorsunuz. Bunları yaparsanız, borcunuz daha da artıyor, geri ödememe riskiniz sıçrıyor ve dolayısıyla daha yüksek faizle borçlanmak zorunda kalıyorsunuz.
Bu ortamda tek umarınız ürettiğiniz mallara olan dış talebi artırmak oluyor. Aynı parayı kullandığınız diğer ülkelere kıyasla verimlilik düzeyiniz düşükse ve verimlilik bir anda artmayacağına göre, dış talebi artırmak için sattığınız malları yabancılar açısından ucuzlatmanız gerekiyor. İki yolu var. Bir: Paranızın değerini düşürebilmeniz gerekiyor. Ama bu elinizde değil çünkü para birimi ortak ve o ortak parayı basan merkez bankası belirliyor paranın değerini. İki: Ücretleri ve diğer girdi maliyetlerini düşürmeniz gerekiyor ki daha ucuza üretim yapasınız. İlki sosyal patlamalara neden oluyor. Enerji ve ulaşım maliyetlerini düşürseniz ise bütçe açığınız artıyor; borcunuz yükseliyor ve başa dönmüş oluyorsunuz.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye gibi makroekonomik istikrara yönelik sorunlarını bile henüz halledememiş ve düşük verimliliğe sahip ülkelerin, euroya geçmek ellerinde bile olsa euroya geçmemeleri gerekiyor. Kaldı ki euroya geçiş tek taraflı alınabilecek bir karar değil; bu mümkün değil çünkü. Önce Avrupa Birliği (AB) üyesi olacaksınız. Zaman geçecek ve bir dizi ön koşulu sağlayacaksınız ancak ondan sonra euroya geçiş ‘hakkınız’ oluyor.
İşte bu noktada euroya geçişin bizatihi kendisi değil ama geçiş süreci önem kazanıyor. Bu sürecin başında AB üyesi olma koşulu bulunduğuna göre aslında euroya geçiş değil de AB’ye giriş süreci olarak değerlendirmek gerekiyor meseleyi. Böyle bakınca da neden bu sürecin önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Şu anda uzun soluklu bir koalisyon hükümeti kurulabilse, yapacağı en hayırlı işlerin başında demokrasimizi birkaç sınıf birden atlatmak ve hukuk sistemini temelinden elbette olumlu yönde düzenlemek geliyor. Böyle bir adımın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları açısından yaşamsal önemini tartışmaya gerek yok. Bu önem bir tarafa, böylesine bir reform, küresel krizden bu yana tıkanmış olan ve giderek güç kaybeden ekonomimizin önünü açacak en önemli reform olur.
Böyle bir reform programı ise AB süreci düzgün işlerse çok daha rahat yürür. ‘Euroya geçiş’ denilince bu nedenlerle aklıma para birimi olarak euro kullanmak değil de demokrasi ve hukukun üstünlüğü geliyor.