Yeni bir küresel resesyona doğru
Henüz 2008-2009 küresel resesyonunun yaraları tam sarılmadan, yeni bir resesyon beklentisi giderek gündeme damgasını vuruyor. Aslında, bakarsak son krizin üzerinden neredeyse 7 yıl geçmiş ve 1970’lerden beri Dünya ekonomisinde her 7-8 senede bir bir kriz görülüyor. Kısaca, yeni bir kriz beklentisi çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Ancak, bu sefer farklı olan durum şu: Son krizden beri alınan finansal makroihtiyati tedbirlere ve merkez bankalarının tarihte görülmedik (sıfır faiz ve miktarsal genişleme (QE) gibi) uygulamalarına rağmen, son 7 yılda ekonomilerde güçlü bir toparlanmadan bahsetmek imkansız. Yaralar sarılmadan ve faiz oranları bu seviyelerdeyken ikinci bir krize girilmesi bu seferki krizin daha da derin ve kalıcı olma ihtimalini de kuvvetlendirmekte.
İMF, Dünya Bankası, OECD gibi kurumların da dünya ekonomisi ile ilgili tahminleri giderek karamsarlaşıyor. Son olarak BM ekonomistleri 2015’de dünya ekonomisinin tökezleyerek sadece %2.4 büyüme göstermiş olduğunu açıkladılar. Önümüzdeki dönem ile ilgili yorumları ise “döngüsel ve yapısal problemler nedeniyle büyüme hızında ancak ufak bir artış olabileceği” yönünde. Finansal kurumların araştırmaları da resesyon riskinin hızlı bir şekilde arttığı yönünde. JP Morgan’a göre küresel kriz ihtimali bu sene için yüzde 25, 2016 için ise yüzde 50’nin üzerinde. Citibank ise daha da karamsar: Bu sene kriz riskini yüzde 65 olarak görüyorlar.
Yeni bir küresel resesyonla ilgili risk unsurları da giderek artıyor: Çin’in zayıfl ayan ekonomisi, düşen enerji ve emtia fiyatlarının bazı GOP’larda yarattığı ağır hasar, İngiltere’nin AB’den çıkma ihtimali, gelişmiş ekonomilerde bir türlü istenen yatırım ve kârlılık ortamının sağlanamamış olması, küresel hisse senedi ve tahvil piyasalarında görülen satışlar (dolayısıyla küresel risk göstergesi VİX’de meydana gelen yükseliş) ve son olarak da bazı uluslararası bankaların bilançoları ile ilgili giderek artan endişeler.
Asıl endişe veren durum ise yaklaşan resesyon ihtimaline karşın geleneksel ve hatta gelenek- dışı (unorthodox) para politikalarının çoktan sarf edilmiş olması. Halihazırda, bütün önemli merkez bankalarının faizleri sıfıra çok yakın ve hatta eksi seviyelerde. Her ne kadar Fed bir faiz artırımı süreci başlattıysa da, süreci başlattığı aralık ayından beri ortaya çıkan piyasa gelişmeleri ve ekonomik veriler artırımın çok yavaş olabileceğini, ve önümüzdeki 2 sene içerisinde bir küresel resesyon olması durumunda Fed faizlerinin (düşürülmesi suretiyle) ekonomide ek bir ivme yaratacak seviyelerde olamayacağını gösteriyor.
Bu durumda sıfır faiz politikası (ZİRP) değil de, negatif faiz politikası (NİRP) gündeme gelebilir. Ve nitekim geldi de. Geçen hafta Japon Merkez Bankası politika faizlerini negatife düşürdü. Ancak bu durum piyasalar tarafından hiç iyi karşılanmadı. Japon 10-yıllık devlet tahvillerinin getirisi negatife geriledi. Bu Japon bankalarının ve yatırımcılarının paralarını yatırım yapmaktansa negatif getiri ile 10-yıllık tahvillerde tutmak istediğini gösteriyor. Ve bu giderek küresel çapta artan bir olgu olmaya başladı. Şu anda, dünyadaki tüm devlet tahvillerinin yüzde 30’u (6 trilyon dolar) negatif bir getiri ile işlem görmekte!
Geriye (bugün için) bilinen bir anti-resesyonist tedbir de kalmadı. Bu noktada FT’den Martin Wolf ise “helikopter parası” teklifinde bulunmuş. “Helikopter parası” açığa para basmak suretiyle ya kamu harcamalarını artırmak, ya da doğrudan hanehalklarına harcamaları için para vermek anlamına geliyor. Doğrudan hanehalklarına para vermek siyasi ve idari açıdan çok zor olabilir. Kamu harcamalarını artırmak ise bence kesinlikle doğru (ve aslında geç kalınmış) bir tedbir olur. Ancak, burada da siyasi ve ideolojik saplantılar ABD başta olmak üzere çoğu kapitalist ekonominin böyle bir tedbire başvurması önündeki en büyük engel.
Aslında Martin Wolf yazısının başında bugüne kadar alınması gereken ve alınmadığı için küresel toparlanmanın istenilen seviyede gerçekleşmediği bir tedbirden de bahsetmekle birlikte, bu tedbiri kendince “pratik olarak uygulanması zor olduğu için” es geçmeyi tercih etmiş: Borçların silinmesi ve mümkünse ekonomilerde borç- sermaye dönüşümünün gerçekleştirilmesi. Gelişmiş ekonomilerde yüksek borçluluk bakiyesi (debt hangover) bir türlü çözüme ulaştırılmadı. Bu ekonomilerde toplam borçluluk oranları hâlâ 2009 krizi ve hatta daha üst seviyelerde. Bu durum reel sektör şirketlerinin yatırım, hanehalklarının ise harcama yapması önünde en büyük engel. Ancak bu tedbirin uygulanmasından hiç hoşlanmayacak olan bir kesim var tabii: Küresel finansal kurumlar!