Yeni bir küresel krizin zamanı geldi mi?
2008 krizine gelişmiş ülkelerin ekonomi yönetimleri tarafından doğru bir şekilde müdahale edilip edilmediği ve olası yeni bir krizin son 10 yılda yapılan yanlış ve/veya eksik müdahalelerden kaynaklanıp kaynaklanmayacağı hâlâ çok tartışılan bir konu.
Krizin resmi başlangıç noktası olarak Lehman Bros. bankasının bat(ırıl)ması görülmekte. Onun akabinde, öncelikle finans kesimini kurtarmak için likidite tedbirleri alındı. Bilindiği gibi, Fed politika faizlerini çok hızlı bir şekilde indirdi. Bu yeterli kalmayınca, Fed piyasadan çok yüksek miktarlarda tahvil satın alarak (miktarsal gevşeme) bir yandan likiditeyi artırırken, diğer yandan uzun vadeli faizlerin de düşük kalmasına yardımcı oldu. Sonuçta, küresel krizi başlatan ülke olan ABD sonrasında kendisini en çabuk toparlayan ekonomi oldu. (Bu durumda, kuşkusuz ABD’nin aynı zamanda dünyanın rezerv parası olan doları basan ülke olmasının da rolü var.)
Yaratılan bol likidite ortamı son 10 yılda pek tabii ki varlık (hisse senedi, tahvil, gayri-menkul vs.) fiyatlarında anormal artışlara sebebiyet verdi. (Bir örnek vermek gerekirse, kriz öncesinde 1500 seviyelerinde seyreden ve kriz ile birlikte 700 değerinin altına gerileyen S&P endeksi bugünlerde 3000 değerini zorlamakta.) Ancak, bugünlerde bu değer artışlarının artık bir balon olup olmadığı çokça tartışılmakta.
Eğer, gelişmiş ekonomilerde ileriye dönük olarak sorunsuz ve sürdürülebilir bir büyüme ortamından bahsedeceksek, özellikle 2 konu önem kazanmakta: 1- Ekonomik aktörlerin borçluluk oranlarının seyri, ve 2-Orta vadede ekonominin lokomotifi olarak görülmesi gereken hane halklarının alım gücündeki reel değişimler.
İlk bakışta son 10 yılda gelişmiş ekonomilerde borçluluk oranlarının kontrol altında olduğu görülüyor. 2000 yılında milli gelire oranı yüzde 280 olan toplam (finansal ve finansal olmayan şirketler + hanehalkları + kamu) borçlar kriz öncesinde yüzde 360’a kadar yükselmişti. Krizin hemen akabinde, milli gelirlerin gerilemesi ile borç oranı yüzde 380’e kadar çıktıktan sonra yaklaşık son 8 senedir sabit seyretmekte. (Bu dönemde finansalların borcu azalırken, kamunun borcunda artış söz konusu.) Kısaca, gelişmiş ülkelere borç dinamikleri açısından baktığımızda henüz ciddi bir risk gözükmüyor.
Diğer taraftan, hane halklarının alım gücünde ise kayda değer bir artış yok. ABD’den örneklersek: 2014’ün 6. ayında 330 olan reel ücretler endeksi 2018’in 6. ayında 351 değerine yükselmiş durumda. Maalesef, Fed’in bu gelişmeyi “enflasyonist” olarak yorumlama eğilimi oldukça yüksek. Şahsen, en büyük risk Fed’in gereksiz yere şahin bir tutum içerisine girerek, ekonomi tam toparlanmadan, faiz artışlarıyla büyümeyi boğması olur. Resesyon riski ile ilgili hep bakılan bir gösterge var biliyorsunuz: Uzun vadeli faizlerle kısalar arasındaki eksi yöndeki fark. Ne zaman uzun vadeli faizler kısa vadenin altına gerilemiş ise, ABD ekonomisinde resesyon yaşanmış.
Bugünlerde bu risk de giderek artıyor. Ancak bu riskin artmasındaki en büyük sebep esasen Fed’in kısa vadeli faizlere direkt etki yapan politika faizini yükseltiyor olması. Bu gidişle, daha önceki dönemlerde olduğu gibi, bu kez de Fed bizzat kendisi ABD ekonomisinin soğuması ve hatta resesyona girmesine sebep olabilir!