Yeni bir dünya kurulurken, etrafa bakmakta fayda vardır
Bugünlerde iki ülkede dışişleri bakanlarının ve bakanlıklarının işi bir hayli zor. Birincisi, Rusya. Ruslar, şöyle göğüslerini gere gere askerlerini Kırım’a rap rap yürüterek, sıra sıra tanklarla Akmescid’e girerek, Kırım’ı işgal edemediler. Hatırlayın. Naziler zamanında öyle yapmışlardı. Büyük bir törenle Avusturya ve Çekoslovakya’ya girmişlerdi. Halbuki Ruslar, bayraklarını ve üniformalarını gizleyerek, utangaç bir biçimde Kırım’daki askeri varlıklarını artırdılar. Ortalığı birden sanki Mars’tan gelmiş, üzerinde bayrak, rütbe filan olmayan, yeşil adamlar sarıverdi ve sonra Rusya bu Marslı yeşil adamlar sayesinde Kırım’ı ilhak etti. Ruslar hala utangaç bir biçimde Kırım’ın ilhakını savunmaya çalışıyorlar. Dış temsilcileri çok fazla konuşmuyor. Konuşacak bir şey yok çünkü. Konuşurlarsa, 1930 model bir Nazi gibi gerekçe üretmek için ağızlarını açmaları gerekiyor. Zor yani.
Aynı durum, Türkiye’nin dış temsilcileri için de geçerli. Amerikan dışişleri bakanlığı, twitter yasağını Nazilerin 1930 model kitap yakma ayinlerine benzetti. Öyle de. Şimdi Türkiye’nin dış temsilcilerinin bu çağdışı uygulamayı savunması gerekiyor. Nesini savunacaklar? Dünyada twitter’ın benzeri uygulamaları karşısında, tedbir aldıran bir sürü ülke var. Bugüne kadar hiçbirinin aklına twitter’ı toptan kapattırmak gelmemişti. Hatırlayın, tam da o, “herkes bir kişi daha istihdam etsin, işsizlik bitsin” önermesi gibi. Aynı bizim 1930 model milli eğitim bakanlarının “şu okullar olmasa, Maarif’i ne güzel idare ederdim” deyişi gibi: “Hiç kimse konuşmasa, herkes uslu uslu koyduğum yerde dursa, bu demokrasiyi ne güzel ilerletirdik” vaziyeti. Ne denecek? Ağzını açanın 1930 model bir Nazi gibi gerekçe üretmesi gerekecek. Ters yani.
Ben bugünlerde Türkiye’nin yine fazlasıyla kendi içine kapandığı kanaatindeyim. Bir nevi depresyonda gibiyiz. Bir tek bizi ilgilendiren, incir çekirdeğini doldurmayacak konuları çiğneyip duruyoruz. Türkiye’yi twitter yasağına götüren süreç tam da böyle. Dünyayla bağımızı koparmış bir haldeyiz. Twitter yasağı tam da bunun tezahürü. En son böyle yaptığımızda, 1980’lerin sonundaydık. Doğrusu elbirliğiyle Rahmetli Özal’ı sinir etmiştik. 1990’lar boyunca içimize kapandık, 2001 kriziyle bir uyandık Çin’i gördük. Biz incir çekirdeğini doldurmayan muhabbetlere kapıldığımızda Çin böyle değildi diye şaşırdık. Biz kendi paralel evrenimizdeyken, 1990’lar boyunca, her yıl Çin’de yaklaşık bir 30 milyon kişi köyden gelip, kentte sanayi işçisi olarak çalışmaya başladı. Ne oldu? 1990’lar boyunca, her yıl, dünyaya, orta büyüklükte bir sanayi ülkesi daha eklendi. Türkiye’den düşünün: nüfusumuz 75 milyon, çalışan nüfus toplamı 25 milyon. Kore’de nüfus 50 milyon, çalışan sayısı 25 milyon. 1990’lar boyunca dünyaya her yıl Türkiye büyüklüğünde bir sanayi ülkesi eklendi. Sonra biz olana şaşırdık. Bugün en çok dış ticaret açığı verdiğimiz ülkeler listesinde Çin birinci sırada yer alıyor. 1990’ların sonunda Çin listenin 9uncusuydu. Şimdi birincisi oldu. Biz o arada dünyayı takmıyorduk. Depresyondaydık.
Yine işte öyle bir dönemimizdeyiz. Bir nevi depresyondayız. Kolumuzu kaldıracak halimiz yokmuş gibiyiz. Bir isteksizlik içindeyiz. Yine “Dünya yansa umurumda olmaz” modundayız. Ama zamanlama yine son derece yanlış. Neden yanlış? Dünya ticaret sisteminin yeniden tasarlanmakta olduğu bir sürecin tam başındayız. Amerikalılar birkaç yıldır Trans Pasifik Ticaret ve Yatırım Anlaşması’nı (TPP) Japonya, Kore, Avustralya, Meksika gibi ülkelerle pişiriyorlar. Yaklaşık bir yıl önce de Trans Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması (TTIP)’nı Avrupa Birliği ile görüşmeye başladılar. Dünya ticaret sistemi yeniden yapılanıyor. Bunlar normal ticaret anlaşmaları değil. Şubat ayı sonunda, Paul Krugman, New York Times’taki köşesinde, “TPP öncelik değildir çünkü anlaşma imzalanacak ülkelerle aramızda ithalat vergileri yok denecek kadar azdır. Neden bu konuyu köpürtüp duruyorsunuz?” mealinde bir yazı yazdı. Tam da böyle. TPP ya da TTIP için kurulan pazarlık masası, var olan yüksek ticaret engellerini kaldırmak için değil. Yok öyle bir engel.
Ama başka bir mesele var: Fikri mülkiyet haklarının korunması meselesi. Bugün Amerikan şirketlerinin toplam piyasa kapitalizasyonunun yaklaşık yüzde 80’i elle tutulamayan varlıklardan, akıl terinin karşılığı olan patentlerden oluşuyor. İsteyenler Ocean TOMO300@Patent Endeks’ine bakabilir. Burada yaklaşık 14 trilyon dolar tutarında bir büyüklükten söz ediyoruz. 1975 yılında Amerikan şirketlerinin toplam piyasa değerinin yaklaşık yüzde 17’si akıl terinin karşılığı olan patentlerin değerinden oluşuyordu. Dünya artık değişti. Artık yüzde 80’i fikri mülkiyet. Şimdi Amerikalılar TTIP ve TPP ile bu Amerikan servetini güvenceye alacak bir ticaret alanı oluşturmaya çalışıyorlar. Amerikan yasalarında bu çerçevede yapılan değişiklikleri TEPAV araştırmacısı Merve Akıncıoğlu’ndan okuyabilirsiniz. Benim korkum şudur: Şimdi dünya ile ilişkimizi keser ve kendi paralel evrenimizde bir on yıl daha geçirirsek, geri döndüğümüzde, yine gözlerimize inanamayabiliriz. TPP ve TTIP realize olmuş olur. Örneğin bugün bir iki eyalette açılan ve korsan yazılım kullandılar diye Taylandlı bir balıkçının veya Çinli bir tekstilcinin ürünlerini Amerikan gümrüklerinde yasaklama hakkı doğurabilen davaların konuları devasa bir yeni ticaret blokunun ana parametreleri haline gelmiş olur. Biz ise şimdi korsan yazılım kullanan kendi ihracatçılarımız bu bloka nasıl mal satacak diye bakakalırız kaçan fırsatın ardından.
Ne diyeyim? Fırsatlar Cuma namazına benzer. Fırsatların kazası olmaz. Türkiye bugün dünyayı takmazsa, fırsatı kaçırır. Siz sebebi ne olursa olsun fırsatı kaçırmak ister misiniz?Türkiye, 1980’de dış dünyanın mütemmim cüz’ü olmaya karar verdiği için, 1500 dolar kişi başına gelirden, şimdiki 10 bin doları aşkın kişi başına gelire ulaşabilmişti. Dikkatiniziçekeyim.