Yeni bir denge arayışı zorunlu
Bir önceki yazımızda enflasyondan istihdama, sanayi üretiminden kredi hacmine, yatırımlardan tüketime bütün temel ekonomik göstergelerde gözlenen gelişmelerin, döviz kuru ve faiz oranlarındaki kısmi düzeltmenin sadece olağandışı köpüğün alınması ile sınırlı olduğunu, bu nedenle bundan sonra büyümede keskin düşüş ve son çeyrekle birlikte küçülme ihtimalinin yüksek olduğunu belirtmiştik. Üçüncü çeyrek ile ilgili olarak geçen hafta başında açıklanan büyüme rakamları, henüz sıfıra gerilemese ve %1.6 pozitif gerçekleşse bile, birinci çeyrekteki
% 7.2 ve ikinci çeyrekteki %5.3 gibi yüksek oranlardan sonra, üstelik kamu harcamalarıyla sağlanan desteğe ve vergi indirimleriyle özendirilen tüketime rağmen sadece hizmetler sektörünün ve ihracattaki artışın yardımıyla sağlanan bu düzeyin kontrollü bir yavaşlamadan çok sert bir düşüşe işaret ettiği açık. Üstelik takvim ve mevsim etkilerinden arındırıldığında büyüme değil, %1.1 daralma söz konusu. Kaldı ki üretim ve harcama yönünden ayrıntılarına aşağıda yer vereceğimiz veriler, çoktan umut kestiğimiz büyüme modelinde değişiklik şöyle dursun, tüketime, inşaata ve borçlanmaya dayalı mevcut paradigmanın da tıkanmakta olduğunu, bu nedenle kısa vadede yapısal reformlar için radikal bir kararlılık yönünde olmasa bile, sil baştan politika tasarımlarının yapılması gereken yeni bir denge arayışının zorunlu hale geldiğini gösteriyor. Umarız yaklaşan yerel seçimlerin gerginliği, bu arayışın daha fazla geciktirilmesine ve maliyetlerin büyümesine neden olmaz...
Büyümenin yavaşlaması mı, stagflasyon mu?
Büyüme rakamlarına sektörler itibariyle bakıldığında sanayide, o da ara malı ithalatından kaçınıp stokları eriterek sağlanan, sadece binde üç büyüme olduğu görülüyor. Zaten yatırım harcamaları açısından makina teçhizat yatırımlarında görülen yüzde 8.5 daralma, durumun ne derece kaygı verici olduğunun işareti. Tarımda büyüme de %1’e düşmüş. Uzun süre öncü sektör olarak desteklenen ve geçen yol aynı çeyrekte %18.8 büyüyen inşaat ise şok bir düşüşle % 5.3 oranında daralmış. Hizmetler ise geçen yılki %21.8’lik sansasyonel artıştan önemli bir gerileme ile %4.5’e inse de büyümenin hala pozitif bir oranda kalmasında en fazla katkı sağlayan sektör.
Harcamalar boyutunda ise en büyük durgunluk göstergesi yatırım harcamalarında %3.8 gibi keskin bir daralma yaşanması. Hane halkı tüketiminde de büyük ölçüde duraklama gözleniyor: İlk çeyrekte %9’u ve ikinci çeyrekte %6’yı aşan tüketimdeki büyüme, üçüncü çeyrekte %1’e kadar düşmüş durumda. Ayrıca tüketimin bileşimi temel ihtiyaç maddeleri ve hizmetler yönünde değişmiş bulunuyor. Kamu harcamaları ise önceki çeyreklerdeki temposunu sürdürerek %7.5 artmış. Ancak hassaslaşan bütçe dengesi yönünden bunun da doğruluğu ve sürdürülebilirliği tartışmalı.
Dış ticaretin % 7’ye yaklaşan olumlu katkısı ise kur etkisiyle ihracatın %13.6 artarken ithalatın % 16.7 azalmasından kaynaklandı. Ancak bunun da ara malı ve yatırım malı ithalatını nerdeyse durdurarak üretime verdiği ve vereceği zarar nedeniyle maliyeti yıkıcı olabilir. İşin ilginç yanı da, üretimin azalması pahasına böylece ihracatın ithalatı karşılama oranı yükselirken birim ihracattaki kazancımızın azalması, birim ithalattaki giderimizin de artmış olması. Oysa on yıldır dış ticaretteki stratejimizin temeli, birim ihracattaki gelirimizi arttırmaktı.
Öte yandan Kasım ayında enflasyonda kamu yönetiminin mücadele seferberliği ve vergi indirimleri yoluyla gösterdiği büyük çabaya ve akaryakıtta ÖTV’den yapılan fedakarlığa yani bütçe dengesine verilen hasara rağmen sağlanan düşüşün küçük olduğu, üstelik enflasyon sepetindeki ağırlıklarla hane halkının hissettiği pahalılığın yoğunlaştığı kalemler arasında uyumsuzluk bulunduğu, çekirdek enflasyonda ve temel ihtiyaç maddelerinde artış eğiliminin devam ettiği de unutulmamalı. Bütün bunlar, önümüzdeki dönemde bir stagflasyon, yani enflasyon içinde durgunluk ihtimalinin yükseldiğine işaret ediyor.
Sorun kurdan daha derin
Aslında olumsuz ekonomik göstergeleri sadece yazın yaşadığımız kur şokuna bağlama yanlışına da düşmemek gerekiyor. Gerçekten yüksek büyümeyi yakaladığımız yıllar da dahil son yıldaki gelişmeleri yakından incelediğimizde, uyguladığımız modelin çıkmaza mahkum olduğunu gösteren ters korelasyonları görmemek imkansız. Öyle ki aynı düzeyde büyümenin giderek daha fazla cari açık ve daha fazla kredi gerektirdiği kolayca anlaşılıyor. Ayrıca kredi hacminin milli gelire oranı da sürekli artıyor. Bu asimetriyi görmezden gelip, sadece sınırların zorlandığı ve kriz eşiğine gelinen durumlarda frene basarak günün kurtarıldığı politikalarla uzun vadede yeterli büyümenin ve refah artışının sağlanamayacağını artık anlamalıyız.
Nitekim büyüme düzeylerini dolar bazında hesapladığımızda on yılda kişi başına milli gelirimizin on yıl öncesi ile aynı düzeyde olduğunu görüyoruz. Evet, kuşkusuz kısa vadedeki dengesizliklerin hasarını azaltmak öncelikli konumuz olabilir; ama artık temel gündemimizin bu olmadığını ve arka planda yörünge değişikliği üzerine yoğunlaşmamız gerektiğini düşünmeliyiz.