Yeni bir "Alın verin ekonomiye can verin" kampanyası gibi, ama...

Alaattin AKTAŞ
Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ [email protected]

Yıl 2009'du... Türkiye Reklam Konseyi öncülüğünde "Alın verin ekonomiye can verin" adlı bir kampanya başlatılmıştı. Ekonominin canlandırılması amaçlanıyordu ve hazırlanan reklam filminde bankacılar, eski bürokratlar, akademisyenler ve gazeteciler rol almıştı. O dönem öylesine ses getirmişti ki bu slogan ve reklam filmi, kendi kendine farklı ve esprili metinlerle reklam filmi çeken bakkal çırağı da çıkmıştı, başka ürünleri pazarlayan ve ekonomiye o şekilde can vermek isteyen de...

Sonra bir dönem "çok alıp vermekle ve ekonomiye bu şekilde can vermekle" enflasyonu azdırdığımız düşüncesi ağır basmaya başladı. Bu kez çare, "alıp vermemekte" bulundu.

Bu çerçevede Merkez Bankası bankaların kredilerinde az artış olması için önlem almaya başladı...

Tüketimin kısılabilmesi için bankaların şube önlerine adeta tezgah açıp kredi kartı dağıtmasının önüne geçmek üzere adımlar atıldı...
Kredi kartlarında limit artışı, kişilerin gelirleriyle sınırlandırıldı...

Kredi kartında taksitlendirme uygulamasına sınırlama getirildi, özellikle çok yoğun bir tüketimi olan cep telefonunda taksit uygulamasına son verildi...

Tüm amaç, tüketimi sınırlamak ve böylece tüketimden kaynaklandığı düşünülen enflasyonu dizginleyebilmekti.

Bu önlemler ne kadar işe yaradı, aslında o da tartışılır. Enflasyonu, hiçbir yıl öngördüğümüz düzeyde tutamadık, bu bir başarısızlık. Ama eğer bu önlemleri almamış olsaydık belki çok daha yüksek gerçekleşmeler görecektik, bu da bir olasılık.

2009'a dönme çabası mı?

Hemen hemen tüm kesimlerden neredeyse her dönem yükselen yakınma ve işlerin iyi gitmediği yolundaki şikayetler adeta klasiktir ama sanki bu kez durum daha da vahim bir hal almışa benziyor.

En küçük esnaftan, en büyük toptancıya... KOBİ'lerden, en büyük sanayiciye... Müteahhitten, emlakçıya... Sokakta simit satandan taksiciye... Hep aynı yakınma: "İşler kötü..." Soruyorsunuz, "Hangi döneme göre daha kötü", pek doyurucu yanıt da verilemiyor aslında. "Daha kötü" denilerek geçiştiriliyor.

Bir de şu var. "İşler fena değil, iyi kötü idare ediyoruz" diyenler de piyasada para dönmediğinden şikayetçi.

Enflasyonun kötü olduğu konusunda herkes görüş birliği içinde kuşkusuz. Ama enflasyon biraz yükselecek diye ekonominin böylesine tıknefes olması da belli ki görmezden gelinmek istenmiyor.

İşte bu yüzden her ne kadar 2009'daki gibi bir sloganla yürütülmüyorsa da son zamanlarda yeniden 2009'dakine benzer bir girişimin ön hazırlıkları yapılıyor gibi.

Sloganın yerini faiz mi alacak?

Merkez Bankası'nın faizleri düşürmesi, bankaların da bu faiz indirimine ayak uydurması gerektiği, böylece de piyasanın canlanacağı görüşü hep dile getiriliyor.
Ne var ki bu isteğin hayat bulabilmesi için önerilen adım olan faizlerin düşürülmesi, enflasyon bu düzeylerde bulunduğu sürece pek mümkün görünmüyor. Her ne kadar ağustos enflasyonunun negatif çıkması ve yıllık oranın yeniden yüzde 8'e doğru inmiş olması bir avantaj yaratıyorsa da, enflasyon hala önemli bir sorun olma özelliğini koruyor.

Enflasyonun altında bir faiz uygulanmasının mümkün olmadığı biliniyor. Bankacılar açık açık bunu dile getiriyorlar zaten. Kaldı ki, bir banka geçen de vurguladığımız gibi topladığı tüm mevduatı krediye dönüştürme olanağına sahip değil ki... Bu mevduatın bir kısmı zorunlu karşılık olarak Merkez Bankası'nda tutulmak zorunda. Zorunlu karşılık oranı, 12 Ağustos'tan bu yana Türk Lirası için ağırlıklı olarak yüzde 11.1 düzeyinde tesis ediliyor. Merkez Bankası dün yaptığı açıklamayla Türk Lirası cinsi zorunlu karşılık oranını tüm vade dilimlerinde 0.5 puan aşağı çektiğini duyurdu. Bu oranın uygulanmasıyla ortalama zorunlu karşılık oranı yüzde 10.6'ya gerileyecek. Yani bankalar topladıkları her 100 liralık mevduatın 89.4 lirasını krediye dönüştürme olanağına sahip olacaklar.

Krediye dönüştürülen kaynağın ortalama maliyetini hesaplamak pek mümkün değil. Bir kere bu maliyet, mevduatın vadesi ve uygulanan faizin farklı olması yüzünden bankadan bankaya değişiklik gösterebilir. Ayrıca yurtdışından sağlanan kaynakları dikkate almak gerekir.

Ancak şöyle bir varsayımda bulunalım. Yurtdışı kaynakları bir kenara bırakarak TL cinsi mevduatın ortalama faizinin, vadesiz hesaplara pek faiz verilmediği için, yüzde 5 dolayında oluştuğunu varsayalım, ki bu çok iyimser bir oran. Bu durumdaki bir banka 100 lirayı bir yıl sonra 105 lira olarak ödemek durumunda kalacak. Yani 100 lira mevduat toplanarak açılabilen 89.4 liralık krediyi en az 105 liraya çıkarmak gerekecek. Bu da 89.4 liraya yüzde 17 faiz uygulanması demek. Bu hesaplamada zorunlu karşılığa ödenen faizin, banka karının ve diğer giderlerin dikkate alınmadığını belirtelim.

Tekrar Merkez Bankası'nın dünkü kararına dönersek... Merkez Bankası bu kararla bankalara bir miktar kaynak sağlamış oluyor, doğru. Ne var ki bu kaynak, bankaların kredi faizlerini öyle üç-beş puan aşağı çekmelerine elverecek bir kaynak olmaktan çok çok uzaktır.

Merkez Bankası'nın dün açıkladığı kararla bankacılık sistemine 1.2 milyar lira ve 670 milyon dolar likidite sağlanacağını duyurduğunu da belirtelim. Yani topu topu bu kadardır kaynak. Bu da faizleri olsa olsa küsurat hanesinde oynatabilir.
2009'daki gibi bir kampanya amaçlandığı gözleniyor gözlenmesine ama ortada ne böyle bir ivme yaratacak güçlü bir ekonomik kaynak yoğunluğu var, ne üretilenin satılacağına dönük bir inanç, ne de içinde bulunulan ortamdan dolayı moral motivasyon. Hatta tam tersine, hala 15 Temmuz'un etkisini yaşıyoruz, Güneydoğu'daki sıkıntılara şimdi bir de sınır ötesi harekat eklendi. Böyle bir dönemde insanları para harcamaya yöneltmek hiç kolay olmasa gerek.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar