Yeni başkan üçlemi çözer mi?
Herkesin uzun süredir beklediği Merkez Bankası Başkanının kim olacağı meselesi çözüldü. Eski başkan Erdem Başçı bu göreve yeniden atanmadı. Başkan yardımcılarından Murat Çetinkaya’nın başkanlığa atanması için gerekli süreç başlatıldı.
Başkanlığa atama yapılmasının genel olarak bir rahatlama yarattığı ve bunun piyasalara da yansıdığı gözleniyor. Ekonominin bu dönemde içinde bulunduğu koşulların görece yumuşak ve olumlu olması yeni başkanın ilk adımlarını kolaylaştıracak, alışma dönemini rahat geçirmesini sağlayacaktır. Ama, bu koşulların uzun sürmeyeceğini, büyük olasılıkla yaz bitiminde yeni başkanın zorlanmaya başlayacağı söylenebilir. Zorlanmadan kastım Cumhurbaşkanı’ndan kaynaklanacak baskı değil. Merkez Bankası Başkanı’nın faizi düşürme yönünde siyasi baskı altına alınmasının son dönemde neredeyse olağan bir pratik haline getirildiği biliniyor. Belki eskisi kadar ortalığa dökülmeyecektir ama bu baskı devam edecektir. Önümüzdeki kısa dönem koşulları baskının gereğinin yapılmasını mümkün hale getirebilir. Sorun ve zorlanma ondan sonra başlayacaktır.
Son çeyrek yüzyılda küresel para koşullarının değiştiği ve bunun da para politikasına kısıtlar getirdiği biliniyor. 1970’li yıllara kadar ulusal para alanları görece bir birinden kopuk, içe dönük alanlar halinde örgütlenmişti. Ticaret akımları ve daha yoğun biçimde para akışları ulusal siyasetin mutlak müdahaleleri ile sınırlanıyordu. Dış ticarete müdahale büyümenin daha çok ithalatın ikamesi ile yol almasına neden oluyor, bu süreçte ortaya çıkan verimlilik (prodüktivite) zafiyeti ve rekabet kaybını gizliyordu. Para alanına dönük tahditler ise konvertibiliteyi bütünüyle ortadan kaldırıyor, para yönetimi büyük ölçüde ulusal sınırlar içindeki alanla kısıtlanıyordu. Sabit kur uygulaması konvertibilitesi olmayan ulusal paranın öteki paralar karşısındaki değerinin uzun süreler muhafaza edilmesine, çoğu kez de aşırı değerlenmesine imkan veriyordu. Bu süreç içinde oluşabilecek dış açıklar resmi kanallardan, daha çok da devletten devlete borçlanma yoluyla finanse ediliyordu. Finansman imkanları kaybolunca ulusal paranın değeri tek defada ve büyük ölçekte düşürülüyor, yani devalüe ediliyordu.
Dikkat ederseniz bu şemada merkez bankaları sadece ulusal ekonomi alanıyla sınırlı bir etkinliğe sahipti. Ulusal sınırlarla çizilmiş para alanında kendi istekleri doğrultusunda faizi ve döviz kurunu belirliyor ve büyük dengesizlikler üremedikçe bu değişkenleri değiştirme ihtiyacı duymuyordu. Öteki ülkelerde yaşananlar ulusal alana yansımıyor para otoritesi kendi belirlediği faiz ve döviz kuru ile ekonomiyi dengelemeye çalışıyordu.
Fazlasıyla basitleştirilmiş bu anlatım eskiden para yöneticilerinin adeta cennette yaşadıklarını gösteriyor. Ancak küreselleşmenin genişleyip derinleşmesiyle, 70’li yıllardan itibaren, bu cennete veda edildi. Yer kürede çılgın bir liberalleşeme süreci başladı. Ulusal ekonomik sınırlar ortadan kalktı. Ulusal ticaret akımları serbestleştirildi. Ulusal paraların konvertibilitesi sağlandı. Mallar, hizmetler ve paraların serbest dolaştığı bir dünya pazarı oluşmaya başladı. Küreselleşme olarak anılan bu süreç ulusal ekonomileri eklemledi, uluslararası piyasalar oluşturdu, bu piyasalarda etkili olabilecek paraları ayrıştırdı. Ulusal sınırların kalkmış olması ulusal paraları da, bunların üzerinde etkili olabilecek finansal fiyatları da, bunları yöneten kurumsal yapıları da küresel değişkenler haline getirdi.
Küreselleşme ulusal para politikalarının etki alanını daraltan bir süreç. Ulusal para politikaları üçlem dediğimiz bir kısıtla sınırlandı. Ulusal merkez bankaları serbest sermaye dolaşımı ortamında iki finansal fiyattan (faiz ve döviz kurundan) sadece birisini belirleyebiliyor, ötekini serbest bırakmak, piyasada belirlenmesine razı olmak zorunda kalıyor. Bu durumda ben faizi düşüreceğim diyen Merkez Bankası Başkanının döviz kurunun yükselmesine, ulusal paranın değer kaybetmesine ve bu sürecin büyümeyi yavaşlatacak, dış ticaret açığını büyütecek etkilerine razı olması gerekiyor. Ben hem faizi düşürürüm hem de döviz fiyatını sabit tutarım diyecek olan Başkan ya ülkenin döviz rezervinin erimesine razı olmak ya da sermayenin serbest dolaşımından, yani konvertibiliteden, vaz geçmek zorunda kalacaktır. Üçlem dediğimiz sıkıntı budur.
Yeni atanan Başkan Çetinkaya’nın birkaç ayı nispeten rahat geçirdikten sonra, özellikle de FED’in faiz arttırması sonucunda, karşı karşıya kalacağı sıkıntı budur. Başkan ya siyasi baskıya boyun eğecek, faizi düşürmeye devam edecek ve ekonomiyi sıkıntıya sokacaktır veya faizi düşürmeyecek, tersine belki yükseltmek durumunda kalacak ve siyasi otorite ile çatışacaktır. Bir başka seçenek kuşkusuz üçlem kısıtına çözüm getirmektir. Henüz bunu yapan olmadı. Başkan Çetinkaya yaparsa kesin Nobel alır diye düşünüyorum.