Yelken olmazsa rüzgar işe yaramaz
Bu köşede sekiz-on yıl önce yazdıklarıma bakınca, mutlu çocukluğunu nemli gözlerle hatırlayan bunalımlı yetişkinler gibi hissetmeye başladım. Öyle ya, koşulların da yardımıyla ama daha çok üst üste yaşadığımız krizlerden aldığımız derslerle nihayet treni yakaladığımıza, bu fırsatı kaçırmayacak bir olgunluğa eriştiğimize, gelişmiş piyasalarımız, stratejik konumumuz ve genç nüfusumuzla bu fırsatı artık kaçırmayacağımıza ve yakın Doğu'dan çıkan ilk başarı hikayesini yazacağımıza samimi olarak inanmıştım. Üstelik zaaflarımızın da fazlasıyla farkındaydım ama kararlı bir iradeyle ve AB gibi karmaşık bir kültürel konuda bile sağlanmış toplumsal uzlaşma ile iyi çizilmiş bir yol haritasının bütün değişkenlerin senkronize bir şekilde dönüştürüleceği bir sürecin garantisi olacağını umut etmiştim. Bardağın boş değil dolu tarafına bakmayı tercih eden karakterimin de etkisiyle anlaşılan genetik kodlarımızda- ait olduğumuz kültür coğrafyasından da beslenen artçı şok potansiyelini küçümsemişim. “Rüzgar artık arkamızda” derken yelkenleri ayarlamaya üşeneceğimizi düşünememişim. Böyle olmasaydı bunca yıl sonra varabildiğimiz noktaya büyük bir düş kırıklığı ve şaşkınlıkla bakakalmaz, son iki yıldır karamsarlık dozu ağır basan yorumlar yapmaya başlamazdım.
“Mış gibi” yapmanın sonuçları
Aslında duygusallığı ve heyecanı bir yana bırakıp gerçekçi değerlendirme yaparsak, en olumlu görünen icraatımızı ve gelişmeleri bile yeterince içselleştiremediğimizi, sahiplenmediğimizi, kısa vadede yarar sağlama umuduyla “mış gibi” yaptığımızı kolayca fark edebiliriz. Doğrusu muhtemel nimetler yani yararlar konusundaki istekliliğimizi, bunlara ulaşmak için gereken zahmetler yani reformlar konusunda oldum olası gösteremediğimiz açık. Son kırk yıldır ekonomik politikalarımız nasıl kısa vade damgasını taşıyorsa, krizlerden ders alma becerimizin de henüz toplumsal genetiğimize dahil olacak kadar gelişmediğini ve kısa sürdüğünü yine görmüş oluyoruz. Bu durumda başarısızlıklarımızın sorumluluğunu da bazı gruplara ya da kesimlere yüklemek isabetli değil; kolektif bir irade noksanlığı ya da yetersizliği söz konusu.
Ekonominin ve üretimin yapısındaki çarpıklık değişmedikçe çeyrek dönemlerdeki marjinal büyüme dalgalanmalarıyla avunmaktan artık vazgeçmemiz şart. Baksanıza ikinci çeyrekte büyümenin yüzde 4'e yaklaşmasına rağmen, bunda döviz kurundaki artışla ivmelenmesi beklenen ihracatın olumlu değil, aksine olumsuz katkısı var. Ayrıca döviz kurundaki yükseliş, ekonomiyi 800 milyar doların altına, kişi başına milli geliri 10 bin doların da aşağısına çekti. Gidişatı değiştirmezsek, moral veren ender özelliklerimizden olan B-20'deki yerimiz de tehlikede. Hele küresel dev ABD'nin son çeyrek büyümesinin de bizimle aynı düzeyde olduğunu duyunca tedirginliğim arttı. Son olarak İstanbul Ticaret Odası Başkanı'nın naif yakarışıyla gündeme gelen şirketler kesimindeki alarm, kaygılarımın üstüne tuz biber ekti. Zaten ciddi ölçek, özkaynak ve verimlilik sorunları olan reel kesimin döviz pozisyonu açığı büyük bilanço bozulmalarına yol açıyor. Bunun eninde sonunda sağlam kalelerimizin sonuncusu olan bankacılık kesimine de yansıması kaçınılmaz.
Söylem değil, eylem önemli
Oysa biliyorsunuz biz uzun süredir bambaşka bir gündemle ve birbirimizle uğraşıyoruz. Üstelik sanki sorunlarımız azmış gibi mevcutların üstüne devasa ve karmaşık yenilerini ekliyoruz. Cumhuriyetin 90 yılı boyunca aldığımız göçü son iki yılda iki katına çıkarıyoruz; hem de arkasında anlaşılır bir göçmen politikası ve bilinçli bir entegrasyon planlaması olmadan. Zaten gönüllü bir sığınma dinamiğinden çok, bizim de kısmen taraf olduğumuz siyasal bir çatışma ürünü zorunlu kaçış hareketi şeklinde ortaya çıkan bu göçün nasıl sonuçlanacağı, hatta şu anda bile ne kadar kayıt altında olduğu ve ne gibi sonuçlara yol açtığı bilinmiyor. Kaldı ki yürürlükteki mevzuata (İskan Kanunu ve Cenevre Sözleşmesine Avrupa ülkeleri dışında konulan coğrafi kısıt) göre bu göçmenlerin Türkiye'de iskan edilmesi mümkün görünmüyor. Her şey bir yana yıllardır kendi nitelikli gençliğimizi eğitim gördükleri Batı’dan ülkeye çekecek ya da dünyanın başka yerlerinden bilim ve teknoloji uzmanlarını cezbedecek politikaları gerçekleştirememişken, ayrıca kendi insan kaynağımızı bile dünya standartlarında eğitmeyi başaramamışken yüzbinlerce yoksul ve eğitim çağındaki nüfusu nasıl eğiteceğimiz de büyük bir soru işareti. Bu çocukların ve ana babalarının toplumumuzla uyumu, karşılaşacakları ve yol açacakları sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlar da cabası.
Galiba sorunlarımızı çözme ve geleceğimizi tasarlama görevinin bize ait olduğunun farkında değiliz. İddialarımız ve özgüvenimiz sadece söylemlerimizle sınırlı. Düşünün bunca ihtiyaç duyduğumuz reformların kaçında söylediklerimiz ile yaptıklarımız uyuşuyor ki? Bırakın eğitim gibi, hukuk gibi devasa konuları, nispeten daha az karmaşık, yapılabilir gibi konularda bile ayak sürümüyor muyuz? Sözgelişi ne kamu kesiminde ne özel kesimde kurumsal altyapıyı ve yönetim kalitesini, yasal düzenlemeleri yapar gibi görünsek ve üzerinde çokça laf ebeliği yapsak da bir arpa boyundan fazla ilerletebildik mi? Yakın geleceğin kilit sektörü olan enerji'de kilit ülke ve üs olacağımızı söylemekten dilimizde tüy bitse de bunun önkoşulu olan liberalleşmeyi ve depolama kapasitesini artırmayı sağladık mı?
Başta da söyledik ya, mensup olduğumuz eski kültür ailesinden kopmamız kolay olmayacak gibi. İşte hepimizi üzen ve iki hafta arayla 860 ölüm ile sonuçlanan Mekke'deki hac faciaları, üstelik 25 yılda 3 bin 500 ölüme yol açan 9 benzer kaza zincirinin ders alınmayan son iki halkası, salt parasal zenginliğin de durumu değiştirmediğini, organizasyon ve yönetim becerisinin zihinsel ve kültürel altyapının bilimsel ve analitik yönde dönüşmesine bağlı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Orta Çağ’da bilimsel düşünceye ciddi katkı yapan bir coğrafyanın nasıl bu hale geldiği de ayrıca incelenmeye değer.