Yedi sözcük!

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

Sait Faik Abasıyanık 111 yıl önce doğmuştu; 48 yaşında, çok erken aramızdan ayrıldı… Kimbilir kaçıncı kez okuyorum kitaplarını… Her seferinde de farklı farklı şeyler dikkatimi çekiyor. Bu kez yedi sözcük var notlarımda:

- Semaver:

“Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.”

Bir numunesini hâlâ saklıyorum...

- Mavna:

“O kadar güzel bir ay vardı ki gökyüzünde. İnsanın içine ay âleminin acayipliği çöküyordu. İnsan kendi kendine orada olsak, diyordu, ayın içinde. Ama hiç kimse bunu ötekine, yanındaki arkadaşına söylemiyordu. Tam o sırada sakin suların içinden patırtılı bir motor sesi geldi. Ve ardından belki ona yakın mavnalar. İçlerinde yine buğday vardı. Amele ta altlarından geçen tepeleme buğday yüklü mavnalara baktı. Fakat içine, içlerine atlamak arzusu ilk defa olarak gelmedi.”

Haliç’te kimi zaman hâlâ rastlıyorum, bir motorun peşine bağlanmış yük dolu kocaman teknelerle karşılaştıkça duruyor uzaklaşana kadar seyrediyorum...

- Gaz sobası:

“Recep’in gaz sobası mikalarından kırmızı ve mor ışıklar dökerek akşam ezanından sonra yanar, uzun müddet lamba yakılmazdı. İhtiyarlar, sahici insanlar meydanın karşısındaki Bekir’in kahvesine geçtiler. Gençler ve bir hasıra oturup masal dinleyenler karanlıkta gaz sobasına bakarak Recep’in sinemada nasıl kar yağdığını, Hüsmen Pehlivan’ın Dev Ali ile nasıl güreştiğini, Fransızlara esir düşmüş Ali’nin Marsilya’da ve Cezayir’de neler yaptığını ta ilk ılık güneşe kadar dinlediler.”

O senelerde daha modern, daha temiz geldiğinden olsa tercih etmiş, ama kısa bir süre sonra odunun, kömürünün keyfine yeniden dönmüştük...

- Projektörcü:

“8.45 vapuru iskeleden kalktıktan sonra, uzak şimşekler yakınlaşmaya başlamıştı. Anadolu sahibi bir ara gözden kayboluverdi. Yağmur, projektörün önünde, birtakım hendese-i musattaha şekilleriyle beyaz ve keskin kaynaştı. (...) Projektörcünün üstünde kolları boşta sarkan eski bir muşamba vardı. Sırtı kamburlaşmıştı. Yanına sokulan adama başını çevirip baktı. Yüzünü tekrar projektörün, şimdi yalnız birtakım münkesir, müstakim ve muvazi hatlardan başka bir şey göstermeyen ışığına çevirdiği zaman...”

Vapurların burnunda bezden veya muşambadan bir kulübe olur, orada da projektörü idare eden birisi dururdu. Denizin karanlığını delen ışığı seyredip onunla sohbet ederek yolculuk, bizim için farklı bir keyifti.

- Gramofon:

“Gramofon, radyodan tamamen ayrıdır. O arkadaştır, dosttur, mütevazıdır. (...) Diyeceğim, gramofon başlı başına, kendi namına bir medeni adamın zevk aletidir. İnsanoğlunun küçücük, temiz arzularına baş eğen, onun zevkini düşünen bir alettir. Kimselere zararı yoktur. Bayılırdım borulularına! Kırmızı, yeşil, mavi, turuncu borularına!”

Borusuz da olsa evde “Master’s Voice” marka bir gromofonum var taş plakları dinleyebildiğim...

- Yazı makinesi:

“Esası mühüre benzemez mi yazı makinesinin? İmza çıkalı başını alıp giden mühüre. Yazı makinesi harflerin imzası gibi bir şeydir. Elinizi şöylemesine harflerin üstüne basersınız hiçbir lisanda kelime yapmadan harflerin imzası atılır.”

Erika marka lk yazı makinemi aldığımızda ne kadar sevinmiştim! Son kullandığımı hâlâ saklıyorum...

- Mektup:

“Ben böyle bir ilk mektubun ağaç üzerine yazıldığını görüyor gibiyim. Yazanın da okuyanın da heyecanı bende... Bir erkek tarafından yazılmış diye kabul ettiğim bu mektubu okuyan kadın ne kadar şaşırmıştır. Bu şifreyi nasıl çözmeye çalışmıştır. Ah bu ilk mektup!”

Mektup mu?! Şimdi herkes e-mail atmıyor mu?!

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar