Yazı kaybettik, yılı kaybetmeyelim
Yaz biterken gündemimiz hiç de umduğumuz gibi olmadı. Ekonomik göstergelerde 24 Haziran’dan önce büyük ölçüde seçim konjonktürüne yorduğumuz olumsuz gelişmelerin ve istikrarsızlığın, seçimin hemen ertesinde hayata geçirilecek politikalarla giderek azalacağını, daha önemlisi borçlanma ve ithalat çekişli büyüme modelinde değişiklik öngören ve kurumsal yapı kalitesi ile iç dinamikleri güçlendirmeyi hedefleyen yeni bir programın açıklanacağını, dış politikada atılacak iyileştirici adımlarla birlikte bunun zayıflayan güven algısını onarmaya başlayacağını bekliyorduk. Oysa yaklaşık üç ay sonra, bu arada maruz kaldığımız ağır bir döviz şokunun ardından, eskisinden de olumsuz bir noktadayız. Öyle ki krizin içinde mi olduğumuz yoksa elinin kulağında mı olduğu tartışılıyor. Merkez Bankası’nın geçen hafta aldığı rekor faiz artırım kararıyla birlikte döviz kurlarında görülen yumuşamanın devam etmesini, yaşanan şoktan alınan dersle bu defa beklenen adımların gecikmeden atılmasını, döviz şokuyla kendiliğinden başlayan yavaşlamanın kontrol altında yönetilmesini, ilk olarak da gerçekçi, kapsamlı ve özgün bir Orta Vadeli Program açıklanmasını bekliyoruz. Umudumuz hasarın hiç değilse bundan sonra sınırlı tutulması. Geçen hafta söylediğimiz gibi zararın neresinden dönülse kârdır deme durumundayız.
Sıra güven inşasında
Bir haftalık repo yani politika faizinin %17.75’ten %24’e yani 625 baz puan arttırılması, üstelik enflasyonda yükselişten dolayı gerekirse parasal sıkılaştırmaya devam edileceğinin açıklanması, gecikmeli de olsa oyunun kurallarına geri dönüşe işaret ediyor. Kuşkusuz faiz artışının kendisi de bir maliyet unsuru olarak ekonomik faaliyeti yavaşlatıcı ve kredi talebini azaltıcı etki yapacaktır; ama aynı zamanda dolarizasyonu caydırıcı ve mevduat arzını artırıcı, en önemlisi öngörülebilirliği ve risk hesaplamasını kolaylaştırıcı bir işlev görecektir. Kaldı ki piyasa sisteminin kuralları içinde para otoritesinin enflasyonu dizginlemek, volatiliteyi hafifletmek ve TL değerini korumak açısından belirsizliğe daha fazla kayıtsız kalması düşünülemezdi. Kararın bu kadar beklenmeden alınmasının hasarın daha sınırlı olmasını sağlayacağı doğru ; ancak olan oldu, artık ileriye bakmak ve yeni hatalardan kaçınmak zorundayız.
Bundan sonra sihri sadece Merkez Bankası’ndan beklememek, aksine onu destekleyecek bir politika çerçevesi oluşturmak gerekli. Bu bağlamda bütçe disiplinine geri dönülmesi, kamu harcamalarında tasarruf, kamu özel ortaklığı projelerinde hazine garantileri nedeniyle bütçeye gelecek yükü azaltacak şekilde selektif davranılması ile birlikte sert bir kırılmanın önlenmesi açısından bankacılık sistemi ile reel kesim arasında risk yönetimini de gözeten bir yapılandırma
başlıca öncelikler olarak akla geliyor. Tabii öncekilerde gerçekleşmelerin hedeflerden büyük ölçüde sapması kanıksanan orta vadeli programın yenisinin de başta enflasyon, büyüme ve döviz kuru olmak üzere temel değişkenlerin daha gerçekçi belirlendiği ve kırılganlık düzeyini düşürmenin hedeflendiği bir içerikle hazırlanması, yatırımcı ve tüketici güvenini yeniden inşa yönünden çok önemli. Bu bağlamda şoklara duyarlılığımızı arttıran dış kaynaklara aşırı bağımlılığı azaltmak için orta vadede finansal piyasaların derinleştirilmesini de öncelikler arasına katmak şart. Sonuçta dış finans çevreleri “ille de bize bağlı kalın” diye diretmiyor ya, tasarruf açığı olan biziz.
Cari açık ve durgunluk riski
Açıktan sözetmişken, 24 Haziran öncesinde rekor düzeye varan cari açık, döviz şokundan sonra düşen ithalatın etkisiyle temmuzdan itibaren azalmaya başlasa ve 58 milyar dolardan 54 milyara düşse de milli gelire oranı hala %6 civarında. Geçen haftaki faiz artışının hızlandıracağı yavaşlama, oranın yıl sonunda daha makul bir düzeye inmesine yol açacaktır. Parasal sıkılaştırma, enflasyonun da kontrol altına alınmasını sağlayacaktır. Ancak çok boyutlu bir politika seti ile desteklenmedikçe, yavaşlamanın giderek resesyona dönüşmesi riski hala önümüzde. Son zamanlarda açıklanan ihracat gelirlerinin yurda getirilmesi ya da alım/satım/ kira sözleşmelerinin TL ile yapılması gibi tedbirlerin bu açıdan etkili olmayacağı, ayrıca fiili uygulama ve mevcut hukuk düzeni ile çelişki ve karmaşa yaratacağı için özellikle yatırım hevesini azaltacağı da söylenebilir.
Bu politika seti, yukarıda değinilen ekonomik program dışında, ülkenin yatırım algısını yakından etkileyen başka alanları da kapsamak durumunda. Aynı zamanda TL’nin değer kazanması için de odaklanmamız gereken bu alanların başında da kurumsal kalitenin arttırılması ve dış ilişkiler geliyor. Hem bölgesel jeopolitik risklerin, hem ABD ile gerginliğin azaltılması, ayrıca AB sürecinin canlandırılması hayati önemde. Yatırım, dış ticaret ve finansman ilişkilerimizin büyük bölümünü oluşturan bu iki küresel ekonomik güç ile uzaklaştığımız ölçüde ülke riski büyüyor. Kaldı ki onların dışındaki coğrafyalarla, sözgelişi Çin, Rusya ya da Brics ülkeleri ile ticaret ve yatırım ilişkilerimiz de oldukça sığ ve sınırlı boyutta. Üstelik bu ülkelere karşı verdiğimiz ticaret ve cari açıklarımız daha fazla. Japonya, Kore ve Ortadoğu ülkeleri gözündeki önemimiz ise sıkı sıkıya Batı bloku ile yakınlığımıza bağlı. Gerçekçi olmak en doğrusu.