Yaşasın Cumhuriyet…
Bugün Cumhuriyetimizin 101. yılının ilk günü. Ne mutlu bize ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı yolda insana en çok yakışan yönetim biçimi olan Cumhuriyeti ve onun getirdiği nimetleri bu zorlu coğrafyada bir asırdır yaşıyoruz.
Bu anlamlı günde sizi bir yıl önce, İktisat Kongresi’nin 100. Yılında, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına nasıl bir toplumsal sözleşmeyle girmemiz gerektiğine dair yaptığım konuşmayla selamlamak istedim.
Annem ve babamın da dahil olduğu Türk işçi göçü, 20. yüzyılda Avrupa’daki en büyük göç hareketlerinden biriydi. 1970’lerin sonunda, Almanya’da yaklaşık 2 milyon Türk vardı ve ülkedeki en büyük etnik azınlık gruplarından birini oluşturuyordu.
1970li yıllardan sonra Almanya, yüksek verimlilik, düşük işsizlik oranları ve güçlü ihracatı ile müthiş bir ekonomik performans gösterdi. 1990lı yıllara gelindiğinde dünyanın en güçlü ekonomilerinden biriydi. Türkiye’den Almanya’ya giden milyonlarca vatandaşımız Alman ekonomik mucizesinin, Almanların deyişiyle “Wirtschaftswunder”in fitilini ateşledi. Ama mucizenin gururunu onlar yaşayamadıkları gibi, meyvelerini de onlar yemedi.
Bugün benzer bir süreci çok başka bir biçimde tekrar yaşıyoruz. Geçtiğimiz on yılda Türkiye Cumhuriyeti’nin bin bir emekle yetiştirdiği on binlerce eğitimli insan siyasi istikrarsızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, ekonomik belirsizlik gibi nedenlerle ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. On binlerce eğitimli insanımız daha iyi ekonomik fırsatlar, çalışma koşulları veya yaşam kalitesi arayışıyla Batı ülkelerine göç ettiler. Bu ülkenin kaynakları ile yetişen ve belki de edinilmesi en zor olan “gelişmiş insan kaynağını” başka ülkelerin yaratacakları ekonomik mucizeye hediye ediyoruz. Bir kez daha bu topraklarda büyüyenler ne katkıda bulundukları mucizenin gururunu yaşayabilecekler ne de o mucizenin meyvelerini yiyebilecekler. Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf, Doğu’dan Uzakta romanında şöyle der;“Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir.”
Dünyadaki değişimi yönetmek zorundayız
Bugün maalesef küresel bir güç dengesizliğine katkıda bulunup ülkemizi yetenek ve donanım açısından kurak bir toprak haline dönüştürüyoruz. İktisat Kongresi’ni düzenleyen bağımsızlıkçı ruh ise 100 yıl önce İktisat Kongresi’ni düzenlerken ilk oturumun 7. maddesine aynen şöyle yazmıştı:
“Her Türk, her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir, fakat her şeyden evvel memleketinin malıdır.”
İşte Cumhuriyetin bize en büyük kazançlarından birisi, dünyanın her yerinde çalışabilecek, mesleğini dünya kalitesinde yapan insanlar yetiştirmek oldu. Ama maalesef onları memleketimizde tutamadık.
Bugün hem bir birey olarak hem de bir ulus olarak sahip olduğumuz en değerli becerinin bilgi olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bugün İstanbul’daki bir öğrenci Barcelona, Boston, Hong Kong, Şangay, Moskova, Tokyo’daki milyonlarca öğrenci ile aynı iş için rekabet ediyor.
Kontrol edemediğimiz ama etkilerini derinden hissettiğimiz büyük değişimler bizi dünyaya çok hızlı bir biçimde ayak uydurmak zorunda bırakıyor. Artık içimize kapanarak, dünyayı kendimizden ibaret sanarak, sahip olduğumuz bütün avantajları büyük bir öngörüsüzlük ile tek tek yok ederek bu dünya ile rekabet edemeyiz.
Dünyadaki değişimi öngörmek ve bu değişime sadece uyum sağlamak değil onu yönetmek zorundayız. Bu değişimi yönetmek sadece büyük bir devlet olmanın gereği değil aynı zamanda bu ülkenin insanlarına hak ettikleri yaşam şansını verebilen bir devlet olmanın gerekliliğidir.
İşte biz de 21.yüzyıla mesleğini, hayatını, ülkesini üzerinde gururla taşıyan, tökezlediğinde yanında bu devletin olduğunu bilen yeni bir toplumsal sözleşme ile girmeliyiz.
Bu toplumsal sözleşmenin ilk ve en temel unsuru yaşatmaktır. Devlet yaşatmak için vardır. Deprem milyonlarca insanın evlerini yıktı ve geçim kaynaklarını yok etti. Birçoğu doğup büyüdükleri, şehri ve tüm hatıralarını terk etmek zorunda kaldı. Bir zamanlar ses, renk, ışık, hayat olan köyler, kasabalar ve kentler bir anda kocaman bir enkazın altında kaldı.
İşte bu yüzden temel sorumluluğu vatandaşlarına değil, piyasaya duyan bu zihniyet yaşatamaz. İşte o yüzden bir yandan yasımızı tutarken diğer yandan da bu kaybı, bu yası, bu büyük acıyı ana sorumluluğu yaşatmak olan, vatandaşının acısını, öfkesini hissedecek bir devlet modelini yeniden inşa etmek için kullanmalıyız.
Yıkılan şehirleri eşitsizlik ve rantın hayatı belirlediği bir eskiye dönüş için değil, 21.yyın temel sorunu olan salgınlara, afetlere hazırlıklı yaşanabilir kentler inşa etmek için kullanmalıyız.
21. yüzyılda yeni toplumsal sözleşmenin ikinci unsuru fırsat eşitliğidir. Eğer biz Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Rizeli bir kaptanın çocuğu ile Tunceli’den 7 çocuklu bir ailenin çocuğu arasında seçim yapıyorsak bu Cumhuriyetin bize sunduğu fırsat eşitliği sayesindedir. Fırsat eşitliğini ve sosyal hareketliliği teşvik etmek için elimizdeki en temel kamusal araç ise eğitimdir. Tüm çocukların içine doğdukları ailenin ekonomik durumuna bakılmaksızın kaliteli bir eğitime erişmesi, yoksullukla mücadelenin ve ülkenin kalkınmasının da bir numaralı kuralıdır.
Nitelikli emeği ülkemize çekmeliyiz
20.yüzyılda devletin ana görevi nitelikli bir nüfus yetiştirmekti. Bugün ise görevimiz daha zor. Hem neredeyse çökmüş eğitim kurumlarını çağın gerekliliklerine göre düzenleyip kendi ayağı üzerinde durabilen bireyler yetiştirmeliyiz hem de yetişmiş nüfusu elimizde tutmak ve hatta nitelikli emeği ülkemize çekmek zorundayız.
21. yüzyılın devleti, sadece sınırlarının içerisindeki nüfusu koruyan bir devlet olamaz, malların, fikirlerin ve insanlarının akışının olağanüstü hız kazandığı bu dönemde 21. Yüzyılın devletinin ana görevi toprakları üzerinden akan, göçü, yabancı yatırımları ve sıcak parayı bu ülkenin insanları yararına kontrol edebilen, bütün bu hareketten sağlanan faydayı da maksimize edebilen bir devlet olmalıdır.
Çünkü artık yüzyıl öncesine göre bambaşka ve ülkelerin birbirine olan bağlılık ve bağımlılıklarının çok daha karmaşık olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Tam da bu nedenle 21. yüzyılın devleti küresel eğilimleri okuyan, kapsayıcı bir devlet olmalıdır. Unutmayalım, dünyadaki küresel eğilimleri okuyamayan ve ona göre politikalar üretemeyen ülkeler gelişemezler. Bugün 20 sene önceye göre çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Peki nedir bu değişiklikler?
Yeni ve yıkıcı sanayi devrimi...
Bildiğimiz anlamda küreselleşmenin sonuna geldik. Bölgeselleşen bir dünyanın Türkiye için sunduğu fırsatları değerlendirmemiz ve oluşturduğu riskleri yönetmemiz gerekiyor. Dünyanın kişi başı milli gelir açısından en zengin coğrafyasının kıyısındayız. Dünyadaki ithalatın neredeyse üçte biri bu coğrafyada meydana geliyor. O yüzden Türkiye’nin etrafındaki zenginlikleri kullanabileceği küresel bir devlet anlayışına ihtiyacımız var.
Yeni ve yıkıcı bir sanayi devriminin ilk fazını yaşıyoruz. Vasata tahammülün olmadığı yıkıcı bir dünya bu. Bu dünyada ucuz ve kalifiye olmayan bir işgücü üzerinden rekabet gücü geliştirmek hem imkansız hem de bize yakışmaz. O yüzden insanımızın ve şirketlerimizin bu döneme uyum sağlaması için gerekli olan politikaları oluşturacak çevik bir devlet anlayışına ihtiyacımız var.
Dünya ve Türkiye olarak yaşlanıyoruz ve nüfus bağımlılık oranımız giderek artıyor. Eşi benzeri görülmemiş bir göç dalgasının yarattığı demografik riskler her geçen gün artıyor. Bir yandan her geçen gün büyüyen sosyal güvenlik problemlerini çözüp insanımıza 21. Yüzyılda insan onuruna yaraşır bir geliri garanti etmemiz gerekirken diğer yandan da bunun hantal bir bütçe doğurmamasını amaçlamalıyız. Bu ikisini de başarmanın yolu istihdamı artırıp vatandaşlarımıza iyi işler sunmaktan geçiyor. Bu işleri de başta kadınlarımız ve gençlerimiz için sağlamamız gerekiyor. Kadınları eve, gençleri de kafelere hapseden, sosyal yardıma bağımlı ve uysal bireyler olmaktan çıkarmamız gerekiyor. Ve tabii ki daha önemlisi, bu işleri de devletin değil, özel sektörün yaratması gerekiyor. Üretimi, büyümeyi, yatırımı özel sektör marifetiyle başarmamız gerekiyor. İşte bunun için de iş dünyasıyla uyumlu ve girişimci bir devlet anlayışına ihtiyacımız var.
İklim krizini derinden hissediyoruz. Bakın Dünya Ekonomik Forumu önümüzdeki yüzyılın en büyük riskleri olarak iklim değişikliğini ve bu değişiklikle mücadele edecek politikaların geliştirilemeyecek olmasını görüyor. Ülkemiz de, mevcut iktidar sadece bakanlık ismini değiştirip başka hiçbir şey yapmadığı için, bu iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden payını fazlasıyla alıyor. Eğer Uzak Asya’dan dört nala geldiğimiz, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memlekette çocuklarımızın da bizim çocukluğumuzdaki gibi yaşamasını istiyorsak yeşil ve çevreci bir devlet anlayışına ihtiyacımız var.
Özetle, yeni bir toplumsal sözleşmenin yeni bir devlet anlayışının sözünü vermesi gerekiyor. Devlet ile vatandaşı arasındaki sözleşmeyi yeniden yazması gerekiyor. Hangi aileye doğmuş olurlarsa olsunlar herkesin kazanma şansına sahip olduğu bir ülke inşa edeceğini garanti etmesi gerekiyor.
Yazıya İzmir İktisat Kongresi’nin 7. Maddesiyle başlamıştım, kapanışı da 3. maddesiyle yapayım: “Türkiye halkı, tahribat yapmaz; imar eder. Bütün mesaimiz iktisadi olarak memleketi yükseltmek gayesi taşımalıdır.” Bu ülkenin yeniden ve daha iyisini birlikte inşa etmekten başka yolu yoktur…