Yardımın adabı
Bir kaç haftadır "strateji nedir, ne değildir" konusunu işliyoruz. Eksik olmasınlar, bir kaç okur iltifat etmişler. "Marifet iltifata tabidir" diyerek teşekkür ediyorum. Bu yazıda, ilk bakışta sizlere alakasız gelebilecek başka bir konuya değinmek istiyorum: Şirketlere yardım. 'Teşvik tedbirleri' denilen ve genellikle KOBİ'lere yönelik yardımların sık sık tartışıldığı günlerde bu meseleye artık daha mantıklı bir çerçeveden bakabiliriz.
2008'lerde yazı yazmaya, kitap yayınlamaya niyetli olmadığım için emeklilik planlarımı soranlara "çizgili pijamamla televizyon seyredip, sportif etkinliğimi uzaktan kumanda aletinde kanal arayan parmaklarımla yapacağımı" söylerdim. Öyle olmadı. O tarihe kadar yirmi yılı aşkın bir süre şirketlere yardım konusunda çalıştım. "Bari anlatayım" dedim.
Şirketlere yardım işinin adabı, yardımı götürmeden önce 'ihtiyaç analizi' yapıp yardımın ne konuda olacağını araştırmayı gerektirir. Biz de öyle yaparak başlardık. Acemilik yıllarımda bu konuda akil adamların önerdiği iki genel yöntemin ikisini de kullandık. Önce Batı Samoa'dan Peru'ya kadar bir coğrafyada işbirliği yaptığımız teşvik kurumları aracılığı ile iş adamlarına sorduk: Ne istiyorsunuz?
Gördük ki yeri, şirketin büyüklüğü, iş sahası falan farketmiyor. Şirketler üç şey istiyorlar: Önce para, ne kadar bedava ne kadar çok olursa o kadar iyi. İkincisi alıcılar. İstiyorlar ki yardımcı kişi veya kurumlar şirketlere alıma aç alıcı isim ve adresleri versinler onlar da satsın. Bu ikisi liste başı.
Bunlardan sonra uzun bir liste geliyor ki bu listeyi tek başlık altında toplamak olanağı var: "Şu devlete söyleyin sırtımızdan insin tercihan yok olsun". Bu listede vergilerden, gümrüklerden, muamelelerden haklı şikayetler var ama çoğu 'şu devlet olmasa harika olmaz mı?' gibi neredeyse anarşik dilekler.
Baktık ki bu iş masrafına değmiyor. Dünyanın parasını ve vaktini harcıyoruz, yüzlerce formu analiz ediyoruz, hem ülkeden ülkeye sonuçlar değişmiyor hem de seneden seneye. Üç beş araştırmadan sonra 'aşikarı ifşa' niteliğindeki raporlarımız kabak tadı vermeye başladı. O zaman bir başka yöntem denedik. "Ne istediğini çok iyi bilmeyen veya kelimelere dökemeyen insanlara ne istiyorsun diye sormak yerine 'şunlardan hangisini istersiniz' diye sorun" diyenlerin önerilerini dinledik. Anketler bu kez iş adamlarına yine akil adamların önerdiği, hani lastik gibi deriz ya, upuzun konu listeleri olarak sunuldu. "Sıralayınız, ağırlık veriniz, en önemli ilk beşini, ilk onunu seçiniz" talimatları verildi. İlk sırada yine para, ikinci sırada yine alıcı bulmak ondan sonra 'ah bu devlet, vah bu devlet' sıralaması yine değişmedi. İlk defa Tanzanya'da başka bir yol denedik. Anlatması uzun ama bu güne kadar yazılarımı takip eden okurlar için tahmini zor değil. Yine liste verdik ama "Hangi işi yapmak için hangi kaynağı bulamıyorsunuz? O işi neden yapmak istiyorsunuz?" diye sorduk. Dediğim gibi yazılarımı takip eden okurlar kaynak dediğim zaman neleri, iş dediğim zaman neleri kastettiğimi hatırlayacaklardır.
İki şey oldu. Birincisi, çoğu kez "O işi neden yapmak istiyorsunuz?" sorusuna cevap alamadık. Cevap aldıklarımızın çoğundan da işlerin ne iş tanımına ne stratejiye göre seçilmediğini anladık. İkincisi, işlerin stratejiye göre sıralandırıldığı durumlarda istenilen şey çoğu kez para ve alıcı değildi.
Yani sıralama değişmişti.
Bir yerde bu bulgular şok etkisi yarattı çünkü biz ne istendiğinin haklı gerekçeleri olduğunu varsayarak senelerdir aynı destek hizmetlerini sunagelmiş ve işin kötüsü buna fena halde de alışmıştık. Efendim, işletmelerin finansman sıkıntısı var devlet ucuz kredi bulsun, şuna mali destek versin, bunu bedavaya getirsin, sosyal sigorta masraflarını devlete nasıl ödetelim, ticaret ateşeleri nasıl mihmandarlık yapsınlar, nasıl iş toplantıları-bağlantıları ayarlasınlar, pazar araştırması nasıl yapılır öğretelim, parasını da verelim kendileri alıcı bulsunlar veya bunu yapan kurumlara destek verelim onlar bol bol araştırsınlar yayınlasınlar, ülke raporları hazırlasınlar bedava dağıtsınlar, daha ucuz ücret politikalarını haklı çıkarmak için çırak, intern, part-time, from-time-to-time ve some-time işçi tanımlarını nasıl kabul ettirelim, şirketlerin kullandığı enerjiyi devlete nasıl fatura edelim diye diye temelde üretimi nasıl ucuza malederiz çareleri arayarak geçinip duruyorduk. Daha da kötüsü bunu 'rekabet gücü ucuza maletmek değildir, tam tersine, pahalı satabilmektir' derslerini verirken yapıyorduk.
Tanzanya'da yardım istenilen ilk konu 'üretim sistem ve alt yapısının tasarlanması ve kullanılması' işi başlığı altında 'uygulamalı araştırma' etkinliği için gereken 'insan gücü' kaynağının bulunması çıktı.
Ne para isteniliyordu, ne de istenilen şeyin ucuz imalatla bir ilgisi vardı. İstenilen şey şuydu: Şirket fuarlardan, teknik yayınlardan, iş sahiplerinin yaratıcı düşündükleri anlarda oluşan fikirlerden bir hizmet veya malı üretmek, bunun için de 'üretim sistem ve alt yapısının tasarlanması' çalışmaları yapmak istiyordu. İstiyordu ama bunu nasıl yapacağını bilemiyordu, çünkü bir prototip bile üretemiyordu. Üretemiyordu çünkü bu iş için gereken kaynaklar yetmiyordu. Kaynaklar arasında insan gücü ve bilgi/know-how yardım istenilen konulardı. Para, tesis ve altyapı, bağlantı ve stratejik ilişkiler çoğu kez ya hiç belirtilmiyor ya da alt sıralara konuluyordu.
Kaynaklar konusunu işlerken kaynakların çevrilebilirliği ve birbirleriyle örtüşmeleri konusuna değinmiştik. Söz gelimi, Tanzanya örneğinde bilgi/know-how ve insan gücü gereksinimlerini birbirlerinden ayırmak çok da rasyonel değildi. Bunun da ötesinde her iki kaynağı da stratejik işbirlikleriyle elde etmek de olanaklı gözüküyordu. Velhasıl-ı kelam bulgular bizim alışageldiğimiz yardım modellerini bir kez daha düşünmemizi gerektiriyordu. Biz de öyle yaptık. Yardım, teşvik, destek adı altında ülkelere milyarlarca dolara mal olan programlara ve özellikle kendi programlarımıza bir kere daha baktık bir de ne görelim? Onu da haftaya konuşuruz.
Sağlıcakla kalın