Yapay zekâda neredeyiz?
Son iki yıldır, teknoloji dünyasının en popüler konusu yapay zekâ. Sürekli konuşuyor, yazıyor, okuyoruz. Gelişmeleri takip etmenin yanında, “bu işin neresinden tutsak?” diye kendi kendimize soruyoruz. Ancak, son iki haftadır, öncelikle OpenAI’ın yeni yapay zekâ modeli ChatGPT 4o lansmanı ve Google I/O’da yapılan lansmanlar sonrası Türkiye’de de gündem popüler kişilerin gündemine de girdi. İşin tarihsel sürecine bakacak olursak, 1940’lardaki programlanabilir dijital hesaplayıcılar, kısaca Türkiye Bilişim Derneği’nin kurucusu Prof. Dr. Aydın Köksal hocamızın literatürümüze kazandırdığı ismi ile bilgisayarların icat edilmesi işin temeli. Daha sonra 1956 yılında, ABD Darthmouth College’de gerçekleştirilen bir atölye çalışmasında yapay zekâ araştırmaları başlıyor. Bu atölye çalışmasına katılan bilim insanları daha sonraki yıllarda bu teknolojinin öncüleri konumuna geliyor. Türkiye’de ise Ord. Prof. Dr. Cahit ARF hocamızın, Erzurum Atatürk Üniversitesi tarafından düzenlenen Halk Konferansları’nın ilkinde sunuşunu gerçekleştirdiği “Makine düşünebilir mi ve nasıl düşünebilir?” çalışması miladımız. Yıl, 1959. Hem dünyada, hem Türkiye’de bu alanda sayısız çalışma yapılmasına ve sürekli ilerleme kaydedilmesine rağmen, 2022 yılı sonlarında OpenAI’ın, ChatGPT isimli modeli ile gerçekten büyük bir sıçrama yaşandı. Daha sonrasını yakınen takip ettik, ediyoruz zaten.
Altyapı ihtiyacı
Türkiye’de bu işin neresinde olduğumuza bakmadan önce, yapay zekâ için gerekli altyapıya, benim gözümden bir bakalım. Yapay zekânın çalışabilmesi için öncelikle bir veri setine ve bu veriyi hesaplayacak işlemci gücüne ihtiyacımız var. Verileri depolayabileceğimiz bir veri merkezi, veri merkezinde depolama üniteleri, veritabanı, işlemcilerin çalıştıracağı sunucular, bu sunucuları işletecek işletim sistemleri gerekli. Tüm bunlar için de enerji. Daha sonra geliştirilen dil modelleri, bu modelleri eğitmek gibi konular gündeme geliyor. Eğitilmiş modellerin bize cevap vermesi için de çeşitli belirli bir arayüze, cihazlara, yazılımlara ihtiyacımız var.Türkiye olarak, elimizde kendi geliştirdiğimiz bir işlemci yok, işletim sistemi yok, veritabanı yok, veri depolama üniteleri yok, verileri işleyecek sunucu sistemleri yok. Geliştirdiğimiz, herkesin konuştuğu bir dil modelimiz de yok. Sadece, mevcut sistemler ve geliştirilmiş dil modelleri üzerinde çalışacak arayüz kısmındayız işin. Orada da durumumuz pek parlak değil. Daha önce yazmıştım, bir daha yazayım. Türk Patent Enstitüsü’nün veri tabanından sorguladığımızda, başvuru başlıklarında “yapay zekâ” kelimesinin geçtiği toplam 227 başvuru var. En eskisi 17 Ekim 2011 tarihli. Patent başvurusu yapılırken yazılan özetlerde yapay zekâ kelimesini arattırdığımız zaman ise çok daha fazla patent başvurusu ile karşılaşıyoruz; toplam 643 başvuru var. Bunların da en eskisi 16 Aralık 2000 yılında yapılmış. Dünyada, 100 bin kişiye düşün yapay zekâ patent sahipliğinde ise Güney Kore başı çekiyor. Her 10 bin kişi için bir patent var. Türkiye’deki rakamları nüfusa bölerek bizim durumumuzu kendiniz bulun.
Fırsatlar kaçıyor
Öte yandan, bu yılın ilk çeyreğinde açıklanan veri merkezi yatırımları tutarı 32 milyar doları, 2033 yılına kadar yapılacak olan çip üretim tesisleri yatırımı toplamı ise 2.3 trilyon doları buldu. Yapay zekânın buzdağının görünen kısmında (patentler) zaten geride kalmışken, görünmeyen kısmında da işlemci, veri merkezi gibi alanlarda durumumuz daha kötü. Bu alanda bir ilerleme kaydetmemiz gerekiyor ama neresinden tutacağız? Arsamız yok. Çimentomuz, tuğlamız, demirimiz yok. İnşaat dikecek araç gereçlerimiz yok. Çalıştıracak ustamız, kalfamız ve hatta çırağımız yok. Usta, kalfa eğitmek için meslek okullarımız da yok. Ama ortaya çıkıp, dünya inşaat sektöründe söz sahibi olmak istiyoruz.
Bu örneği alın, yapay zekâya uyarlayın. Çok muhteşem bir mimari projemiz olsa bile bu hayal sadece kağıt üstünde kalır. İşte bizim yapay zekâdaki durumuz budur.