Yapay Zeka ekonominin geleceği mi, yoksa çöküşün başlangıcı mı?
Deniz Metin
Yapay zeka, çağımızın en büyük ikilemlerinden biri; İnsanlığın en büyük yardımcısı ve tamamlayıcısı mı yoksa insanlığın sonunu getirecek Terminatör mü olacak?
Bu zeki varlıkların dünyamızı dönüştürme şekli, hem heyecan verici hem de bir o kadar ürkütücü. Farkında olmasakta onlar, her an yanı başımızda, hayatımızın her köşesine sızmış durumda. Peki bu durum, acaba iyi mi kötü mü? Bu sorulara, henüz net bir cevap bulamamışken, yapay zekanın etrafında dönen hikâyemiz başlıyor. Bu hikâye, belki de insanlığın en büyük buluşlarından birinin, hayal ile gerçek arasındaki ince çizgide yürüdüğü bir yolculuk.
Yapay zeka (AI), kısaca makinelerin ve bilgisayar sistemlerinin, insan zekasının bazı işlevlerini taklit edebilme yeteneğidir. Burada önemli olan, bilgisayarların henüz biz insanlar gibi kompleks bir şekilde düşünemeyip, sadece insanların daha önce yapmış olduğu işlemleri taklit edebilmesidir. Buradan yola çıkacak olursak, yapay zekanın tek başına insanları yok edeceğini düşünmek yanlış olacaktır.
Yapay zekayı bir nükleer fisyon (atomun parçalanması) gibi düşünebilirsiniz. Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atılan atom bombası ile nükleer enerji santrallerinde kullanılan sistemler, aynı prensiple çalışır; her ikisinde de atom parçalanarak içindeki muazzam enerji açığa çıkarılır. Burada önemli olan, hangi amaçlar için kullanıldığıdır. Yapay zekanın da, kötü amaçlar için kullanılmadığı sürece faydalı olacağını düşünmekteyim.
Bütün bu korkular bir yana, günümüzde insanlarda yapay zeka ile ilgili olarak daha farklı endişeler gündemde. Yapay zekanın yakın bir gelecekte birçok insanı işsiz bırakacağı korkusu, her geçen gün daha hakim olmaktadır. Düşünün; bilgisayar programcılarından tercümanlara, finansal analizcilerden tasarımcılara, mühendislere kadar; daha önce sadece insanların yapabileceğiniz düşündüğümüz tüm sektörlerde çalışan insanlar, yapay zekanın gelişmesi nedeniyle işsizlik tehlikesiyle karşı karşıya geliyor.
Bu konuyu daha iyi anlamak için 1700’lü yılların ortasına dönersek; o zaman da bugünküne benzer tartışmaların yaşandığını görebiliriz. O dönem yeni yeni mekanikleşmeye başlamış, fakat hala kas gücüne dayalı bir üretim süreci vardı. Üretimin temel unsuru emekti. Ancak buhar gücünün sanayide kullanılmaya başlamasıyla makineler ön plana çıktı. O güne kadar dokuma tezgahlarında çalışan işçilerin tecrübeli ve teknik donanımlı olmaları beklenirdi. Ancak sanayi devrimiyle birlikte, makinelerin kullanılması nitelikli ve tecrübeli kişilere olan ihtiyacı ortadan kaldırdı.
Makinelerin yaygınlaşması, üretim tarafında ciddi avantajlar sağlayarak maliyetleri düşürdü ve üretimi artırdı. Ancak, işçiler arasında “makinelerin” işçinin ikamesi olarak görülmesiyle, emeğin vasıfsızlaştırılıp, yabancılaştırılması fikri yaygınlaştı. Bu durum, işçilerin makinelere karşı ayaklanmalarına yol açtı ve bu hareket, tarihe “makine kırıcılık” ya da “Ludizm” olarak geçti. Bu ifade, ileride teknoloji düşmanı ya da teknolojiden anlamayanları tanımlamak için kullanılmıştır ve bugün de aslında insanların korkuları benzer yöndedir.
Peki o dönem bu sorunun üstesinden nasıl gelindi? Tabii ki ilk zamanlar üretimde makinelerin yaygınlaşması nedeniyle belirli bir süre işsizlik artmış, fakat sonrasında yeni pazarların açılması üretim ihtiyacı artmış, bunun neticesinde işçiler yeni açılan iş yerlerinde çalışmaya başlamışlar. Yalnız işçiler artık kas gücüne dayalı olarak işi doğrudan yapan değil, makinaları kullanarak işi yaptıran kişiler olmuşlar. Tabii burada buhar gücünün taşımacılık sektöründe kullanılması da en önemlidir. Bu sayede üretilen ürünler dünyanın çeşitli noktalarına daha ucuz ve hızlı bir şekilde ulaşmaktaydı.
Günümüzde ise yeni pazarların açılması pek mümkün olmayacağı için bu şekilde bir büyüme olacağını düşünmemekteyim. Ancak şu düşünce önemlidir: Kapitalizmde üreten ve tüketen olmak üzere iki kesim vardır. Üretici, yani sermaye sahipleri satamayacağı bir ürünü üretmek istemez. Her ne kadar Jean Baptiste Say, “Her arz kendi talebini yaratır” demiş olsa bile fiyatı her zaman talep belirler, yani tüketici piyasanın en önemli öğesidir.
Peki tüketici kimdir? Kapitalizmde üreten emekçi kesim, aynı zamanda üretilen ürünleri satın alan, yani tüketici konumundadır. Eğer tüketicinin yeterli geliri yoksa; ya üretilen bu ürünleri alamaz ya da borçlanmak zorunda kalır. Ancak borçlanma sonsuza kadar süremeyeceği için eninde sonunda bir dengeye oturmak zorunda. Bu dengenin oluşabilmesi için tüketicinin gelir elde edebileceği bir işte çalışması gerekir.
İşte kilit nokta burası, yapay zeka sonrası insanların işsiz kalması üretici kesimin isteyeceği bir konu değildir. Çünkü tüm üretimi robotlara yaptırdığınızı ve hiç kimseye herhangi bir ücret ödemek zorunda kalmayacağınızı düşünün. Bu noktada ürettiğiniz ürünleri satabilmeniz mümkün olabilir mi? Bence bu noktada çözümün Avrupa’nın bazı ülkelerinde pilot uygulaması başlayan, haftalık 4 gün çalışma uygulaması gibi mesai saatlerinin azaltılmasıyla çözüleceğini düşünmekteyim. Yapay zeka sonrası ortaya çıkan teknolojik işsizliğin kısa vadede çok büyük etkileri olacağını, fakat sonrasında insanların daha fazla teknik beceri gerektiren işlere kanalize olması ve çalışma saatlerinin azaltılmasıyla dengeye oturacağını düşünmekteyim.
Alman kimyager Otto Hahn’in atomu ilk defa parçalamasıyla dönüşü olmayan bir yola girilmiş ve atom bombasına giden süreç başlamıştı. Aynı durumun yapay zeka içinde geçerli olduğunu, bundan sonra bu teknolojinin geri dönülemez bir gerçek olduğunu kabul edip, doğru amaçlar için kullanılmasının sağlanması gerektiğini düşünmekteyim.