Yapamadığın işte çıpa kullan
Bırakın yabancıları, kendi beyinlerimizi bile çekmenin ve burada tutmanın yolu parasal teşviklerden önce bilim ve teknolji üretimi için gerekli altyapıyı, sosyal ve kültürel ortamı, başta hukuk düzeni olmak üzere bütün bir ekosistemi sağlamaktan geçiyor. Kendi gündemimiz içinde atmakta zorlandığımız bütün bu adımları zaman kaybetmeden ve sistematik bir düzenle tamamlayabileceğimiz tek gerçekçi araç olan AB sürecinin kapısını inşallah bir kez daha kapatma hatasına düşmeyiz.
Ne zaman işimizi kolaylaştıran, başetmemiz gereken zorlukları aşmamız için hesapta olmayan umut ışıkları yakan gelişmeler olsa sevincimizi kursağımızda bırakan badireler yaratmakta doğrusu üstümüze yok. Adetâ etrafımızı saran sorunlar yumağının küçülmesini, sıkıntılarımızın azalmasını istemiyor, normalleşmekten korkuyor gibiyiz.
Bu yüzden son sekiz yılda küresel ekonomik sistemin yeniden şekillenmesinde oluşan gecikmenin ve konjonktür dalgalanmalarının bize mutfağımızı düzenlemek için kazandırdığı zamanı kullanamamakta, önümüze çıkan fırsatları değerlendirmemekte bayağı istikrarlı davranıyoruz. Sanıyorum bunu sadece siyasi kadroların basiret ve beceri eksikliğiyle açıklamak mümkün değil; toplumun geçen yüzyıl boyunca sancılarla geçen değişim ve yeniden oluşum sürecinin hâlâ tamamlanmamış, sadece ekonomik değil, kültürel ve sosyal açıdan da fay kırıklarının, ortak değerler ve bilinç eksikliğinin devam etmekte olduğunu, bu nedenle ortak hedeflerin belirlenmesinde ve bu hedeflere götürecek stratejiler üzerinde kollektif uzlaşma sağlamakta güçlük çektiğimizi de, en azından gerçeğin bir parçası olarak kabul etmek durumundayız. Bundan hiçbirimizin çıkarı olmasa da, yol ayrımlarında sık sık rasyonel olmayan ya da tutarsız kararlara yönelmemizi başka türlü açıklamak zor.
Umut ve kriz: İki çeyreğin özeti
İşte bakın, yeni yılın ilk çeyreği, 2015 yılını iç tüketim kaynaklı da olsa öngörülerin üstünde bir büyüme performansıyla sonuçlandırmamızın ve dünya ekonomisindeki durgunluğun etkisi ve gevşek para politikalarının devamı nedeniyle dış kaynak girişinde artışın sağladığı umut verici rakamlarla sonuçlandı. Emtia ve enerji fiyatlarında oluşan düşüş ithalat faturamızı hafiflettiği gibi, doğal kaynak üreticicisi olmamamız bile lehimize çalıştı ve yükselen ülkeler bloğundaki pek çok ülkeden olumlu ayrışmamıza yol açtı. Sonuçta geçtiğimiz yıl azalma trendine giren portföy akımları tersine döndü ve piyasalara 4 milyar dolarlık giriş oldu. En önemlisi de en büyük sorunumuz olan cari açık ilk defa yıllık 30 milyar dolar doların altına düştü. Gerçi bu düzelme uzun süredir odaklanamadığımız yapısal faktörlerde bir gelişmeden çok, dış konjonktürün sağladığı fırsatlardan kaynaklandı, ama ülkenin büyük potansiyelini bir gün mutlaka değerlendireceğimize olan inancımız canlı olduğundan yeni bir başlangıç için hâlâ yeterince zamanımız olacağını düşündük.
Ne var ki bu defa, tam da en avantajlı göründüğümüz alanların birinde, siyasi istikrarda kendi ürettiğimiz bir algı kırılmasına yol açtık. Demokratik sistemimizin işleyişiyle ilgili temel sorunlarımız olduğu, küresel sermaye kaynaklarının yoğunlaştığı batı ülkeleriyle farklı bir zihniyet ve anlayış içinde olduğumuz, hukuk güvenliği ve kurumsal yönetim altyapısı, kısaca oyunun kuralları yönünden kısa vadede ortadan kalkmayacak bir belirsizlik taşıdığımız görüntüsü doğdu. Böylece ilk çeyrekteki olumlu trendin devamını ciddi bir risk altına sokmuş bulunuyoruz.
Hele küresel durgunluğa ilaveten bölgesel gerginliğin ve içeride terör ortamının varlığı, ihracatımız ve özellikle turizm gelirleri açısından çok sıkıntılı bir dönemin bizi beklediğini gösterirken bu gelişme işimizi iyice zora sokacak.
Vize anlaşması neden kritik?
Üstelik tam da aynı zamanda, bu algı kırılmasını da güçlendirecek şekilde, yıllardır neredeyse donmuş haldeki AB sürecini yeniden hızlandıracak olan ve yüzüp kuyruğuna geldiğimiz vize
anlaşmasını umursamadığımızı vurgulamaya başladık. Oysa bu anlaşma, AB ile diyaloğumuzda özellikle kamuoyları düzeyinde engelleyici faktörlerden biri olan “karşılıklı yarar” ya da “kazan-kazan” kriteri eksikliğini çarpıcı bir şekilde karşılayan ve Türkiye'yi geçmiş yıllarda kaybettiği zemine bir hamlede getirecek bir gelişme olacaktır. Çünkü bu vesileyle AB kamuoyu Türkiye'nin sadece alan değil, katkı sunan bir üye olabileceğini ilk kez somut bir şekilde görmüş olmaktadır. Bu nedenle anlaşmanın koşullarının AB üyeliği koşullarına yakınsayan nitelikte olması da olumlu sayılmalıdır. AB süreci ise, geçen hafta da vurguladık, etrafında patinaj yapıp durduğumuz reform ajandasını kararlı ve hızlı biçimde sonuçlandırmanın en güvenli yoludur.
Aslında neye ihtiyacımız olduğunu anlamak için neden şikayet ettiğimize değil, neden bu şikayetleri edecek duruma geldiğimize bakmak gerekir. Sözgelişi toplumdaki şiddet eğilimi
ve tutulan TV dizilerinin de bu nitelikte olması bizi kaygılandırıyor, ama bunun ülkede hukuk güvenliği noksanı ve herkesi kendi adaletini arayışı ile ilişkisini kurmak aklımıza gelmiyor.
Yine bilim ve sanat üretimindeki çoraklıktan memnun değiliz, ama fikri mülkiyeti ne kadar koruduğumuzu merak etmiyoruz. Neden rekabetçi olmadığımızı ya da nitelikli insan kaynağımızın eksik olduğunu sorguluyoruz ama işletmelerin uzun süre koruma duvarları, teşvikler ve iç piyasa sayesinde kolay para kazandıkları için buna talep göstermediklerini unutuyoruz. Şimdi yeni gündemimize giren Ar-Ge ve inovasyon konusunda da üniversite ve sanayi işbirliği yokluğunun, katma değer ve teknoloji transferini önceleyen ve komisyonculuk / montaj ile yetinmeyen uzun vadeli bir sanayi ve yatırım stratejisi eksikliğinden kaynaklandığını düşünmüyoruz. Reform dediğimiz de sonunda bu nedenlerin saptanıp giderilmesi işi değil midir?
Geçen hafta Maliye Bakanı Ağbal'ın sözettiği “Ülkeye yetenekli bilim adamlarının ve uzman beyinlerin cezbedilmesi” de yine bu stratejik reform programının içinde yer alabilir, fakat bırakın yabancıları, kendi beyinlerimizi bile çekmenin ve burada tutmanın yolu parasal teşviklerden önce bilim ve teknolji üretimi için gerekli altyapıyı, sosyal ve kültürel ortamı, başta hukuk düzeni olmak üzere bütün bir ekosistemi sağlamaktan geçiyor. Kendi gündemimiz içinde atmakta zorlandığımız bütün bu adımları zaman kaybetmeden ve sistematik bir düzenle tamamlayabileceğimiz tek gerçekçi araç olan AB sürecinin kapısını inşallah bir kez daha kapatma hatasına düşmeyiz. Aklı selimin galip gelmesi dileğiyle....