Yanlışlarımızı düzeltmeliyiz
Elimin menzilindeki "arşivi" işlevsel hale getirmeye çabalıyorum. İstiyorum ki, yıllardır yazdıklarım ve not aldıklarım arşivin tozlu raflarında kalmasın. Hem kendim verimli kullanabileyim, hem de ilgi duyanlar yararlanabilsin.
DÜNYA Gazetesi'nde erişebildiğim ilk yazıma bakıyorum: 31 Kasım 1981 tarihini gösteriyor. Düzenli olmasa da, hiç kesilmemiş bir ilişkim oldu bu gazete ile. "Kendimi ifade etme aracım" dediğim bir insana sığınma yeri burası.
Bu gazeteye beni gönülden bağlayan bir özellik var: Nezih Demirkent'den Cahit Düzel'e, Alp Orçun'dan Osman S. Arolat'a ve şimdi Hakan Güldağ'a doğru bildiklerimi fren koymadan anlatabilme özgürlüğünü kullanıyorum. Nasıl anlaşılacağımı sorgulamayan bir rahatlık. Zihnimin içindeki özgürlüğünü dışa vurabildiğim uygun ortam bu gazete.
Hakan Güldağ ile
neler tartışıyoruz?
İstanbul'da olduğum günler mutlaka gazetede oluyorum. Mutfakta olma, işin hareketi içindeki insanlarla birliktelik hoşuma gidiyor. Eve, günü yaşamış olmanın huzuru içinde dönüyorum.
Neden huzurlu olduğumu paylaşmamda hiç sakınca yok. Daha önce Osman Arolat'la şimdi Hakan Güldağ ile tartıştığım konular bana huzur veren şeyler.
Birincisi, gazetenin bir "ihtisas gazetesi" olma yolunda ilerlemesi gerektiğini paylaşıyoruz. Bir adım ötesinde "interaktif gazetecilik" yapmanın gerek şart olduğu üzerinde birleşiyoruz. Bir başka boyut, Anadolu'da yaptığımız toplantılarda, yazıları ile kitlelere ulaşanların konuşmasından çok, anlatacak sözleri olan ve belli birikimler sağlayan iş insanlarının konuşturulması ilkesinde anlaşıyoruz. Sonunda, bir ihtisas gazetesinin sadece "bilgi verme " işlevini aşarak "anlamayı kolaylaştıran" bir işlevi yerine getirmesi gerektiği üzerinde tam bir görüş birliği içindeyiz.
İkincisi, ülke gündeminin saptığı eleştirilerinin karşısında bizim sorumluluklarımızın neler olduğunu sorguluyoruz.
Doğru gündem önerip öneremediğimiz bizi sürekli rahatsız ediyor. O nedenle, geleceği yaratacak eğilimleri doğru öngörüp göremediğimiz aramızda çok sık tartışma konusu oluyor.
Dünya genelinde "güç kaymasının" ülkemiz özelinde ne gibi sonuçları olacağını anlamak için uğraşıyoruz.
İnsanların daha zengin yaşamak için sürekli göç edişini ve "kentsel yoğunlaşma" olgusunun hızlanmasını, bu gelişmenin. zenginlik üretimini nasıl etkileyeceğini öngörmeye çabalıyoruz.
Tüketici değerleri ve davranışlarındaki hızlı değişmeyi, fikir üretiminin önemini, buluş ve yaratıcı-yenilikçi girişimciliğin etkilerini, taklitten-yaratıcılığa geçiş sürecini hızlandırmadaki rolümüzü de sıkça tartışma gündemine taşıyoruz,
Üçüncüsü, dünya genelindeki eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehlikeler ile kendi olanak ve kısıtlarımız arasında "doğru dengeler" kurulmasının önemi üzerinde duruyoruz. Bu dengelerin kurulabilmesi de "ayrıntıdaki dinamiklerin" neler olduğunu araştırma çabasına götürüyor bizleri.
Daha bir dizi soru ve sorun zihinlerimizde dolaşıyor.
1000 Yılın fırsatı
Krizin ilk gününden bu yana her fırsatta ülkemizin "1000 yılın fırsatını" yakaladığını yazıyorum; her yerde de anlatıyorum. Arkadaşlarım, bu iddianın gerekçelerini daha netleştirmem için sürekli baskı yapıyor. Diyorlar ki, " İhtisaslaşmış Organize Sanayi Bölgeleri'nden kolektif lojistik altyapılarına, vergilerden, izinlere kadar uzanan işlem maliyetlerine, dönüşüm maliyetlerinde 'şans eşitliği' yaratan teşvik sistemlerine somut öneriler ortaya koymalıyız."
İddialarımızı gerekçelerle kanıtlama, sözün altını doldurma ilkesine bir gölge sadakati göstermeye çabalıyoruz.. Anlaşılan o ki bütün bu çabalar yeterli olmuyor. Bu konuların çok yaygın biçimde gündeme taşınması gerek. Toplumun ortak değerlerine ancak o zaman ulaşılır. Ortak irademiz ancak o zaman yerli yerine oturur. Ortak fikirlerimiz ancak o zaman ortak projelere dönüşür. Projelerimizi hayata taşımak için kurumlarımız öylesi bir tutum sonucu işler hale getirilebilir. Ve toplumun kendini yeniden üretmesi o zaman güven altına alınabilir…
Gelin bizim aramızdaki bu tartışmalara sizler de katılın. Yanlışlarımızı ancak o zaman düzeltebilir, eksiklerimizi tamamlayabiliriz…