Yanlışımızı kabul etmeden krizi aşamayız
Haftalık yazılarıma tekrar başlarken önemli olduğunu düşündüğüm bir saptama yapmak istiyorum: Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ortamda anlamlı bir ekonomi analizi yapmak mümkün değildir. Yaşanmakta olan krizin gerçek nedenlerinin tartışılması örtbas edilmekte, “her şey yolunda giderken dış güçlerin saldırısıyla ekonomimizin çökertilmek istendiği” vurgulanmaktadır. Toplumun önemli bir bölümü bu algı operasyonundan etkilenmektedir. Krizin gerçek nedenleri açıklıkla ortaya konamadığı için krizden çıkış için gerekli olan adımlar da atılamamaktadır. Bu da krizin derinleşmesine ve maliyetinin yükselmesine yol açmakta, bir kısır döngüye girilmektedir.
Krizi kendimiz yarattık
Bu kısır döngüden çıkmak için önce gerçeklerle yüzleşmek zorundayız. Türkiye ekonomisi bu çıkmaza birbirini izleyen yanlış adımlarla sürüklendi. Bu benim bugün gelinen noktada yaptığım bir saptama değil. Dönüp baktım, o dönemdeki ekonomi bakanı Nihat Zeybekçi’nin geçen yılın Kasım ayı başlarında “Türkiye’nin 2017 yılının büyüme şampiyonu” olacağını açıkladığı günden sonra, ekonomiyi ne pahasına olursa olsun hızlı büyümeye zorlamanın çok yönlü bir krize yol açabileceğini vurgulamak amacıyla 17 yazı yazmışım.
15 Kasım 2017 ile 25 Haziran 2018 tarihleri arasında bu köşede yayınlanan bu yazılarda dış kaynağa bağımlı olan Türkiye ekonomisini, yapısal sorunlarını çözmeden hızlı büyümeye zorlamanın, Türkiye’ye dış kaynağı sağlayan uluslararası finans çevrelerinde olumlu algılanmayacağını, tersine kuşku ve güvensizlik yaratacağını belirtmişim. ABD’nin faizleri yükseltmeye başladığı ve küresel likidite bolluğunun azaldığı bir ortamda bu güven kaybının daha da vahim sonuçları olabileceğini hatırlatmışım. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Londra’da finans dünyası yetkililerine, kendinden menkul faiz teorisini anlatmasının, Türkiye’ye duyulan güven kaybını yeni boyutlara tırmandırdığını, piyasalarla inatlaşmanın TC Merkez Bankası’nın faiz artırmasını engellemenin Türk lirasının değer kaybını hızlandırdığını vurgulamışım.
Bu noktaları vurgulayan tek kişi ben değildim kuşkusuz ve tüm bu uyarılar ABD ile sorun yaşanmadan çok önce, Türkiye ekonomisi göz göre göre krize sürüklenirken yapılmıştı. ABD’nin dengesiz Başkanı Trump’ın Türkiye’yi cezalandırmaya kalkışması krize yeni bir boyut ekledi ve iktidar çevrelerine olayı saptırmak için bulunmaz bir fırsat yarattı. “Ekonomide her şey yolunda giderken Trump’ın çıkışının ülkeyi krize soktuğu ve Türk lirasının çöküşüne neden olduğu” algısı yaratıldı ve ne yazık ki çoğu kimse buna inanmayı tercih etti.
Çıkış yolu var mı?
Böyle bir ülkede gerçekleri ortaya koyarak insanlara bir şeyler anlatmaya çalışmanın ne kadar anlamı var, doğrusu bilmiyorum. Buna karşın bir kez daha şansımı deneyeceğim.
Ne yazık ki kriz denince akla önce Arjantin ve Türkiye geliyor şimdi. Ekonomi ve finans dünyasına yön verenlerin yakından izlediği yayın organlarında son haftalarda sürekli olarak yer alan grafikte, bu yıl dünyada en fazla değer kaybeden iki para biriminin, Arjantin Pesosu ile Türk Lirası'nın çarpıcı çöküşü gözler önüne seriliyor. Her iki ülke parasının değer kaybı Ağustos ayında daha da hızlanmış ve yılbaşından bu yana %40’ın üzerine çıkmış. Arjantin ve Türkiye’nin kader ortaklığına sürüklenmesinin nedeni, her iki ülkenin de döviz ihtiyaçlarını karşılamak ve borç ödemek için gerekli olan dış finansmanı sağlamakta zora düşmesi ve bu zorluğu aşabileceğine dair piyasalara güven verememesi. IMF ile 50 milyar dolarlık bir destek anlaşması yapmasına rağmen güven krizini aşamayan Arjantin’i bir yana bırakıp Türkiye’nin durumuna baktığımızda da, içine düşülen durumun, ekonominin sorumsuzca yönetilmesinin dış dünyada yarattığı güven bunalımından kaynaklandığını görüyoruz.
Çözüm bu güvenin yeniden kazanılmasından geçiyor ama bunun kolay olmayacağı ortada.
Türkiye’yi yönetenlerin, algı operasyonlarıyla gerçekleri saptırmayı bırakıp, piyasalara güven verecek bir krizden çıkış programı ortaya koyması ve bunun engellenmeden uygulanacağını kanıtlayan inandırıcı adımlar atması gerekiyor. İktidar sahipleri, krizin gerçek nedenini kabullenip gerçekçi bir istikrara dönüş programını uygulamaya başlayabilirse dış dünyadaki güven sorununu hafifletme yolunda önemli bir adım atmış olacaktır.