Yalnız satarken mi “insan” odaklıyız?
Pazarlamadan söz ettiğimizde artık müşteri veya tüketici yerine “insan” odaklı düşünmemiz gerektiğini söylüyoruz değil mi? Öyle ya, insanın aklından geçeni, kalbinde hissettiğini ona vermemiz, göstermemiz, söylememiz, pazarlama başarımızı artırır, sürdürülebilir bir büyüme sağlar. Evet, doğru! Düşüncemizin odağında para veya başka bir şey değil “insan” olmalı ki, gerçek ihtiyaçları, gerçek duyguları gerçek düşünceleri bilelim, bunlara uygun gerçek ürünler, hizmetler deneyimler geliştirelim.
Peki, bir şeyleri satmaya çalışırken bu kadar insan odaklıyız da bunları üretirken yeterince insan odaklı mıyız? Ürünlerimizi, hizmetlerimizi, deneyimlerimizi tasarlarken, üretirken, uygularken müşterileri düşünmekten söz etmiyorum. Sattığımız şeyleri üreten insanlardan söz ediyorum. Yani müşterilerimizin “insan” olduğunu her daim hatırlayıp “insan odaklı” olmakla sürekli övünüyoruz da, sattığımız şeyleri üretenlerin insan olduğunu hatırlıyor muyuz, onu soruyorum.
Geride bıraktığımız salı günü, Soma'da yaşanan Türkiye'nin en büyük madencilik faciası, üretimin odağında “insan” olduğu gerçeğini pek kimsenin hatırlamadığını bir kez daha gösterdi. Yüzlerce maden işçisinin hayatını kaybettiği facianın, büyük ölçüde aşırı üretim hırsından ve maliyetleri düşürmek için güvenlik gereklerini yerine getirmemekten kaynaklandığı artık sır değil. Üstelik Soma ne ilk örnek, ne de son. Hatırlayın, geçtiğimiz yıllarda, gemi yapım sektörünün canlı olduğu dönemlerde tersanelerde yaşanan ölümleri, Davutpaşa'daki kaçak işyeri patlamasında hayatını kaybedenleri, silikozis hastalığı nedeniyle hayatını kaybeden kot kumlama işçilerini ve daha nicelerini...
Evet, Türkiye, iş kazaları ve iş hastalıkları nedeniyle ölen insan sayısı konusunda hayli kabarık bir sicile sahip. 1990'ların başında DİSK'te çalıştığımız dönemlerde iş kazalarının Türkiye'de ciddi bir sorun olduğu konusunda raporlar hazırlardık. Aradan 20 yıldan fazla zaman geçti, bugün iş kazaları daha da büyük bir sorun!
Kocaeli Üniversitesi'nden Doç. Aziz Çelik'in www.T24.com da verdiği sayılara göre, 2002’den bu yana her yıl ortalama bin 119 işçi iş kazaları sonucu yaşamını yitirdi. Ayda ortalama en az 100 işçi, iş kazası sonucu ölüyor. AB ülkelerinde 100 bin işçide 1.8, İngiltere’de 0.6 olan işçi ölümü oranı Türkiye’de 15.5. Yani iş kazalarında AB ülkelerine göre 7-8 kat daha fazla insanımızı kaybediyoruz. İşin sakat kalma kısmına girmiyorum bile...
Bu kadar yüksek bir ölüm oranının, sıradan bir tedbirsizliğe değil de daha fazla kâr arzusuna bağlı bilinçli bir vurdumduymazlığa işaret ettiğine herhalde şüphe yoktur. İşte bu nedenle günümüzde, işyerlerindeki bu ölümlere “iş kazası” değil de “İş cinayeti” demeyi tercih ediyorlar.
Daha da kötüsü, bu sayının azaltılması konusunda pek bir irade de yok ortada. Aksine, Başbakan'ın çarşamba günü Soma'da yaptığı konuşma gibi, aslında ölümlerin işin doğasında olduğuna, bu tür kazaların kaçınılmaz olduğuna inandırılmaya çalışılıyoruz. Tabii Başbakan'ın sanayi devrimi yıllarından 21. yüzyıl Türkiyesine yaptığı karşılaştırmalar da cabası.
Soma faciasının ertesi günü Bilgi Üniversitesi'nde öğrencilerimizle birlikte yaptığımız haber sitesi Habervesaire.com için haber çalışması yaparken bir öğrencimizin arkadaşları aracılığıyla Soma'da çalışan genç bir maden mühendisine ulaştık. Ayrıntılarını http://bit.ly/1gnRcQ9 adresinde okuyabileceğiniz söyleşide, 25 yaşındaki Maden Yüksek Mühendisi Mehmet Utkan, yüzlerce insanın ölümüne neden olan ihmaller zincirinin aslında tesadüf olmadığın anlattı bize. Denetlemeye gelip de denetim yapmayan müfettişlerin, mühendislerin uyarılarına rağmen üretimi devam ettiren işletme müdürlerinin, ucuz ve uygun olmayan malzeme kullanımının nasıl sonuçlara yol açabileceğini gerçekten çok acı bir deneyimle öğrendik.
Ancak esas öğrenmemiz, görmemiz gereken şey, bütün bunların kaynağındaki temel dürtü. O da hep daha ucuza mal etme ve aynı zamanda hep daha fazla kâr etme motivasyonundan başka bir şey değil. Piyasa, bize hep daha ucuza satmamızı söylerken şirket ortakları hep daha fazla kazancın peşinde koşuyor. Bunun en önemli ve belirgin sonucu ise çalışanların hep daha düşük ücretlerle, daha kötü ve daha güvensiz koşullarla çalıştırılması.
Bunu önleyebilecek tek güç ise kamunun sıkı denetimi. Güvenlik koşullarını, sigortasızlığı, güvencesizliği denetim altına alamayan, önleyemeyen bir devletin vatandaşlarının iş kazalarına daha fazla kurban gitmesi de kaçınılmaz. Yani birileri, bir kamu kuruluşu olan Türkiye Kömür İşletmeleri'nin 130 dolara mal ettiği bir ton kömürü 23,8 dolara mal edebiliyorsa, bunu nasıl yaptığını kamuya açıklamak zorunda.
Şöyle düşünün; köküne kadar insan odaklıyız, insanları çok seviyoruz, dibine kadar duyarlıyız ve müşterimiz kaşını kaldırdığında ne istediğini anlayacak kadar harikayız. Ama ürünlerimizi üretenler Başbakan'ın tam da karşılaştırma yaptığı gibi sanayi devrimi yıllarının İngilteresinde veya Zola'nın Germinalindeki Fransa'da yaşıyor.
Bu ne doğru, ne adil ne de sürdürülebilir bir anlayıştır. İnsanlar için üretiyorsak, üretenlerin de insan olduğunu, insan emeği dışında da başka bir üretici güç olmadığını unutmamamız gerekiyor.