Ya Bardak Olacaksın Ya da Göl! (İşletmelerde İkinci Üçüncü Nesil Sorunu)

Tamer MÜFTÜOĞLU
Tamer MÜFTÜOĞLU KOBİ'LERDEN GİRİŞİMCİLİĞE

 

1980’li yılların ikinci yarısı Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisine adım attığı yıllar. Bu yıllarda girişimcilik önem ve değer kazanmaya başladı. Çok sayıda işletme kuruldu. O yıllarda sahaya çıkan girişimci adaylarının bazıları başarılı olamadı. Sahayı terk etmek zorunda kaldılar. Büyük çoğunluğu ise oldukları yerde kaldı. İşletmelerini büyütüp geliştiremediler. 

Diğer yandan, o dönemin girişimci adaylarından azımsanmayacak bir bölümü başarılı olu. Gerçek girişimciler olarak kendilerini kanıtladılar. Geçen bu sürede başarıdan başarıya koştular. 
Öte yandan doğa yasalarını sürdürdü. Dönemin başarılı girişimcileri de ömürlerinin sonuna doğru yaklaştıklarını fark ettiler. Kendilerini ölümsüzlüğe taşıyacağını umdukları, gece gündüz demeden çalışarak bugünlere getirdikleri işletmelerinin geleceğini düşünme, sürekliliğini sağlayacak çareler arama ihtiyacı duymaya başladılar.

Aslında çare belliydi. İşletmelerini ya çocuklarına ve torunlarına devredecekler; ya kurumsallaştıracaklar, ya da elden çıkaracaklar. Başkaca bir çare kalmıyordu.
Biz de, bu ve gelecek haftaki yazımızı bu konuya ayırmayı uygun bulduk. 
Konuya bir “usta-çırak” hikayesi ile girmek istiyoruz.

Usta çırağından hiç memnun değilmiş. Zira çırak işini bir yük olarak görüyor, işine gereken özeni göstermiyormuş. 

Usta bir öğle yemeği sonrasında, çırağından bir bardak suyla bir kaşık tuz getirmesini istemiş. Tuzu suya atıp iyice karıştırdıktan sonra, çırağına vermiş ve içebileceğini söylemiş. Çırak ustasının bu talebine şaşırsa da, isteğini yerine getirmiş. Ama daha ilk yudumda, “ustam, bu su içilmez” diye bağırarak bardağı masaya bırakmış. 

Usta hiç tepki göstermemiş. Ertesi gün, yemekten sonra, işyerinin yakınındaki bir göle gidip biraz dinleneceklerini söylemiş çırağına. Yanına yine bir kaşık tuzla bir bardak almayı da unutmamasını tembihlemiş.

Göl yeşillikler arasında, tertemiz, pırıl pırıl bir gölmüş. Usta çırağından, tuzu göle atmasını istemiş. Çırak da istenileni yerine getirmiş. Sonra da çırağına, isterse gölün suyundan içebileceğini, gölün suyunun temiz olduğunu söylemiş.

Çırak gölden bir bardak su alıp içmiş. “Oh, hakikaten de çok güzelmiş” diyerek birkaç bardak daha içmiş keyifle. 

Usta bu iki deneyden sonra çırağını karşısına alıp dersini vermiş: “Bak, dün bir bardak tuzlu suyun bir yudumunu bile içemedin. Bugün ise aynı miktarda, bir kaşık tuzu göle attık, ama sen gölün suyunu hiç yadırgamadan, hem de keyifle, bardak bardak içtin. 

Tuz, ikisinde de aynı miktarda, bir kaşık tuzdu. Değişen tuzun içine atıldığı bardak ve göldü. Birincisinde zorlandın, su içme ihtiyacını bile gideremedin. İkincisinde ise hem susuzluğunu  doya doya giderdin, hem de keyif aldın. 

İşini yaparken de aynı durumdasın. Bardak olarak kalırsan, işin sana bir işkence gibi gelir. Yok, göl olabilirsen, işini zevkle isteyerek yapabilirsin. İşinden keyif bile alırsın.

Kararı sen vereceksin. Kısaca, ya bardak olacaksın, ya da göl!”

Çocuklarımızın ve torunlarımızın şu gerçeğin farkına varmalarına izin verelim: göl değil deniz, hatta okyanus bile olabilirsiniz. Yeter ki, yeteneklerinize ve ideallerinize uygun, severek, şevk ve heyecanla, azim ve tutkuyla yapacağınız bir işiniz olsun. 

Çocuklar babalarının hayatlarını sürdürecek; onların hayal ve ideallerini, hedef ve arzularını geleceğe taşıyacak araçlar olarak algılanmamalıdır. Babalarına benzeyebilirler de, onlardan çok farklı bireyler de olabilirler. Bambaşka heves ve idealleri olabilir. Nice başarılı kral ve padişahların, şahların ve sultanların çocukları, dedelerinin ve babalarının kurup geliştirdikleri imparatorlukları ve devletleri geliştirememişler; durağanlaşıp gerilemelerine neden olmuşlardır. Hatta bazıları o imparatorlukları ve devletleri tarumar etmişler, tarihten silinip gitmelerine neden olmuşlardır. Çoğu da, kardeşler arasında bölüşülüp küçük beyliklere dönüştürülmüş, sonra da büyükler tarafından yutulup yok olup gitmişlerdir. Onun içindir ki, günümüzdeki toplumlar, kaderlerini babadan oğula geçen krallıklara değil, kendilerinin kurup liderlerini de kendilerinin seçtiği cumhuriyet ve demokrasilere taşımışlardır. Bugüne kadar gelebilen krallıklar ise, bu konumlarını ancak devletlerini kurumsallaştırarak  sağlayabilmişlerdir. 
İşletmelerin de kaderleri benzerdir. İşletmeyi başarılı bir şekilde geleceğe taşıyabilmek ve bu yoldan “ölümsüzlüğe ulaşabilmek” için ya prensleriniz ve şehzadeleriniz arasında işletmenizin başarısını devam ettirebilecek kral ve padişah adaylarınız olacak, ya da kurumsallaşacaksınız.
Kurumsallaşma ihtiyacı ikinci veya üçüncü nesilde olmasa bile, bir yerde ortaya çıkacaktır. İngiliz iktisatçı Alfred Marshall’ın (1842-1924), “Bir işletmeyi dede kurar, baba büyütür, oğul tutar ve torun sanat tarihi okur” söylemiyle, kurumsallaşmadan en fazla dört nesil sürebileceği işletme yaşamı, yurdumuzda genel olarak daha da az sürmektedir. Kısaca, işletmenizi çok daha ileri yıllara taşımanın, asırlık şirketler listesine sokmanın yolu,  kurumsallaşmadan geçmektedir. 

Sonuç olarak, batıp giden imparatorluklar yerine bir İngiltere veya Japonya Krallığı, o olmazsa bir Hollanda, İsveç, Norveç veya Danimarka Krallığı olarak kalıp ölümsüzlüğe ulaşabilmek için kurumsallaşma konusuna daha birinci nesilde başlayıp; ikinci ve gelecek nesillere ilişkin bir kurumsallaşma planını çekmecede hazır bulundurmakta yarar vardır. Gerekirse, değişen şartlara göre ileride değiştirilebilecek bir plan, her hal ve karda hazır olmalı.  

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Bir deneme 09 Kasım 2018
Geleceğin tarihini yazmak 01 Aralık 2017
Bayramlaşma köprüsü 23 Haziran 2017