Vizyon da aşınır
2016 ile ilgili iyimser beklentilerin fazlaca bir dayanağı olmadığını, aksine toplumca odaklanmamız gereken çok yüklü bir gündem varken ve performans farklarına paralel olarak olumsuz ayrışma riskleri artmışken ezeli derdimiz olan rehavete kapılmanın önemli bir tehlike olacağına dair kanaatim giderek güçleniyor. Sona eren yılda düşen petrol fiyatlarına ve ihracatçılarımızın yıllardır istediği kur yükselişine rağmen, üstelik %5 lik makul büyüme oranına erişmeyi artık unutmamıza rağmen ne cari açığımız, ne de dış ticaret açığımız umduğumuz ölçüde düşmüyor. Ayrıca Suriye krizinin ve göçmen sorununun da, güneydoğudaki terör mücadelesinin de ekonomi üzerindeki faturası büyüyor. Yapısal özellikli bir taban sınırdan aşağı bir türlü düşüremediğimiz enflasyonda yeniden iki haneye doğru bir trendin işaretleri var. Olumlu bir telafi faktörü olarak görülen göçmen sorunu ile ilgili AB yardımının ise maliyetin ne kadarını karşılayacağının belli olmaması bir yana, kontrolümüz dışında yani başkalarının kararına bağlı olduğu açık. Kaldı ki bizim son yıllarda mali disiplin dahil her alanda kalıcı dönüşümlere değil, geçici ve bir defalık kaynak ve desteklere bel bağlama alışkanlığımızı pekiştirecek olması da huzursuz edici. Hele dünya ekonomisi ile ilgili beklentiler IMF tarafından her defasında olumsuz yönde revize edilirken, bizim de dış kaynak girişindeki sıkıntıların üstüne turizm gibi olağan döviz kaynaklarımızda azalma kaçınılmaz görünürken insan daha farklı bir kolektif hazırlık ikliminin işaretlerini görmek istiyor.
Söylem ve vizyon yetmiyor
Oysa bizim 2008'den itibaren yaptıklarımızdan farklı bir şeyler tasarladığımıza ilişkin fazla bir işaret görünmüyor. Gerçi son Ar-Ge Reform Paketi'nde olduğu gibi söylem düzeyinde yeni bir heyecan yaratacak girişimlerimiz olmuyor değil, ancak başka pek çok konuda duyduğumuz heyecanların uygulama alanında karşılığını bulmadığımızdan asıl çözmemiz gereken sorunların başka yerlerde olduğunu görmezden geliyor olmalıyız. Salt mevzuat anlamında pek çok ülkeden daha geniş ve yoğun destek unsurları geliştirmemize rağmen faktör verimliliği ya da patent sayısı gibi alanlarda çoğundan geride kalmamızın nedeni de bu zaten. Öncelikle ortalama eğitim süresi ve özellikle eğitim kalitesi yönünden durumumuzun hiç de parlak olmadığını defalarca yazdık, yinelemek gereksiz. Ayrıca teşviklerin tasarımında stratejik tercihler yapmak ve uygulama ile ilgili kurumların koordinasyonu konusunda da başarısız bir geçmiş performansımız olduğu açık. Üstüne bir de üniversitelerimizin bilim üretimi yönünden yetersizliği, hele sanayi ile işbirliği bağlamında henüz emekleme döneminde olduğu eklenirse neden hep söylem düzeyinde kaldığımızı anlamak kolaylaşıyor.
Bir de şu var: Türkiye’nin uzun zaman bir vizyon sorunu vardı. Son yıllarda onu fazlasıyla giderdik, hatta ölçüyü kaçırıp abarttık da denebilir. Ne var ki bu vizyonu hayata aktarmada, strateji tasarlayıp uygulamada fazla bir mesafe katedemedik. Söz gelişi kamuyu küçültme vizyonu uzun süredir seslendiriliyor, ama gerçekte kamunun ağırlığı sürekli artıyor. Şimdi de yetkililer kamuyu dijital devrimle küçülteceklerini söylüyorlar. Hayırlısı. Anladığım o ki aklımız vizyon koyuyor ama toplumsal içgüdülerimiz ve reflekslerimiz tersini buyuruyor. Çünkü varsayalım kamu küçüldüğünde onun boşalttığı yeri doldurmaya, büyümenin ve dönüşümün öncülüğünü üstlenmeye gönüllü sivil iç dinamikler oluşacak mı, doğrusu emin değilim. Sözgelişi özel sektörümüz Devlet Baba'nın gölgesinden kurtulmak, inisiyatifi ele almak istiyor gibi gelmiyor. Hem sanayicileri bile havlu attırıp kendisine çekecek kadar yaygınlaşmış ve çoğunlukla kamu eliyle yaratılan rant odaklı mevcut ekonomik paradigma değişmeden bu nasıl mümkün olacak, bilemiyorum,
Kaynak israfı verimliliğe engel
Öte yandan mevcut kaynaklarımızın etkin dağılımını da sağlayamıyoruz. Dünya Bankası'nın Türkiye'de imalat sanayinde kaynak dağılımı ile ilgili olarak yaptığı bir analiz, sektör içi kaynak dağılımının faktör verimliliğinin artmasına engel olacak kadar bozuk olduğunu, 2007'ye kadar tarımdan sanayiye göç ile otomatik gerçekleşen verimlilik artışının artık durduğunu ortaya koyuyor. Bundan böyle verimlilik artışı sağlamanın yolu, kaynakların daha yüksek verimlilik düzeyindeki şirketlere kullandırılmasından geçiyor. Oysa bizim her yatırımı desteklemeye dayanan sübvansiyon nitelikli teşvik düzenimiz, kaynakları belki de normal piyasa koşullarında varlığını sürdüremeyecek verimsiz işletmelere kullandırarak israf ediyor. Genel anlamda inşaat sektörüne fazla kaynak ayrıldığı ise hepimizin malumu.
Sadece bu yönden değil, eğitimde de kaynak israfı söz konusu. Türkiye'de eğitim ve istihdamın dağılımı, düşük katma değerli işlerde istidamın ve nitelikli işsizliğin arttığını gösteriyor. Çünkü biz eğitim düzenimizi bir türlü ekonominin ve özel sektörün ihtiyaçlarına göre şekillendiremiyoruz. Geçen haftalarda bir iş seyahati vesilesiyle ziyaret ettiğimiz ve kamu/özel kesim yetkilileriyle konuştuğumuz mütevazi Orta Amerika ülkelerinde, sözgelişi Kosta Rika'da üniversite ve meslek liselerinin kontenjanının ekonominin ve özel sektörün ihtiyaçlarına göre belirlendiğini ve esnek olduğunu öğrenince kendi hesabımıza hayıflandım. Nitekim son asgari ücret artışının doğurduğu tepkilerin arkasında da bu yapısal bozukluk nedeniyle verimlilikte artış ile desteklenmemiş olmasının yattığını görmezden gelemeyiz.
Zaten vizyonumuz ile gerçeğimiz arasındaki farkı biz de kanıksamış görünüyoruz. Bir önceki orta vadeli programın çoğu parametredeki hedeflerini, geçen aylarda açıklanan yeni programda sonraki yıllara öteleyip, büyüme ile ilgili stratejilerde önemli bir değişiklik yapmamamız da bunu göstermiyor mu?